© 2013 Powered by Bayram All rights reserved. Tüm Hakları Saklıdır © 2012-2013 | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. bayramca - değirmen 1
   
 
  değirmen 1

 Ne zaman şu yamaçlara çıksam içimde tarifsiz duygular yeşerir. Aşağıda çağlayan

derenin suları yalayıp giderken iri taşları garip ve mahzun sesler çıkarır.
Oysa bu sular hep mahzundur hep acılı ve yalnız. Burada rüzgar bile tatlı tatlı
esmez. Biraz soğuk biraz sert eser, buralarda rüzgarlar. Dik yamaçlara doğru
tutunmaya çalışan çalıklar öylesine sarılmışlardır ki yaşama kolay kolay
bırakmazlar kendilerini. Adeta kök salmışlardır kayaların arasından taa
toprağın derinlerine kadar köklerini. Aşağıda derenin kıyısında eski köhne
değirmenin arkından inen suların sesi taa buralara kadar gelir. Oysa şimdilerde
değirmen çalışmıyor taşları dönmüyor artık ama anılarda yaşıyor ve kolay kolay
da unutulmayacak. Dalıp gidiyorum karşı yamaçlarda yeşil tarlalara bir hayal
beliriyor gözlerimde. Yeşil tarlaların arasında dolaşan iki sevgili koklaşıp
oynaşıyorlar hayalimde.  Buğday başakları şahit sevdalarına. dalıp gitmişim yine
o eski günlere o kadar ki karşı yamaçları karartan yağmur bulutlarını bile
göremiyorum. İşte iri damlalar düşmeye başladı deli bir yaz yağmuru yağıyor.
Hemen bir ağacın altına siniyorum. İncecik bir yaz tişörtü üstümde ta
iliklerime dek ıslanıyorum. Karşıdaki çam ağaçlarından polen dumanları
yükseliyor. Islak topraktan hoş bir koku yayılıyor. Yağmur suları akıyor
kayaların arsından çalıların arasından aşağıya dereye doğru. Sürüklenerek akıp
gidiyor. Altına saklandığım ağaçta bir kuş büzülmüş benim gibi o da ıslanıyor.
Haziran yağmurunda. bu yaz yağmuru hızlı yağar ama çabuk geçer. Buralarda
buzağının ayak izi keser derler, bu yağışlar bölgesel yağışlardır buraya yağan
yağmur karşı yamaca yağmaz. Genelde kısa sürer yağışlar işte güneş bulutların
arasından yüzünü göstermeye başladı bile. Renkler içinde gökkuşağı belirdi.
Güneş ışıkları taze açmış çalı yapraklarında parlarken adeta gözlerimi
kamaştırıyordu. Islak ve ağır elbiselerimin içinde çamur toprağa basarak zorla
yürümeye çalışarak yamaçları tırmanmaya başladım. Çimenlerin üstünde hala
yağmur damlaları duruyordu. Bir deve dikeni başıyla bana hoş geldin der gibi
rüzgarda başını sallıyordu. Hafif bir rüzgar dalları sallayarak yaprakların
üstündeki su damlacıklarını yere düşürüyordu. Toprağın üstündeki su
birikintileri gittikçe azalan su birikintileri şeklinde dereye doğru akıp
gidiyordu. Zorlukla yürüyordum karşımda sıra serviler nazlı nazlı esen rüzgarda
sallanıyordu. Aklıma yine karışık duygular sarıyor öylesine yürüyordum
servileri görünce ürpermedim desem yalan olur. Zaten hep öyle olur. Buraya
gelince beni hem ürkütür hem de heyecanlandırır burası . Dik bir yardan sonra
ulaşılan bu düzlük iki sevgiliye kucak açmış onların ebediyen ayrılmamak üzere
kavuştukları bu yer rüzgarın bu mevsimde renk renk çiçeklerle dolu yeşillere
bezenmiş sanki ruhlarının uyanışını simgeliyor. Yürüyorum servilerin önünden geçen
patikadan patika derenin kenarından taa köye kadar giden bir yol asırlık çınar
ağaçları arasından yürüyorum derenin yeşilimsi suları kayalara çarparken
köpükler saçıyor. Islak elbiselerimle zorda olsa köye doğru yürüyorum. Hava
güneş açtı. Üstümdeki tişört bile kurumaya başladı. derenin kenarında
koyunlarını otlatan çobana selam veriyorum. 

--Buyur otur. Diyor kepeneğini seriyor yere çöküyorum bir sigara veriyor elime. orta boylu biraz kam burum su çoban beni kırk yıllık ahpabı gibi karşılıyor.


--Yak beyim. 

diyor, dağınık saçları kırış kırış olmuş yüzü ile elli yaşlarındaki çoban yaşının vermiş olduğu olgunluk ve sadelik içinde.

--Yak için ısınır. 

Uzatılan sigarayı aldım derin bir nefes çektim. Gerçekten içim sıcacık oldu
çoban yüzüme baktı. 

--Acıktın mı? 

diye sordu. Sadece başımı evet anlamında salladım. Hemen ekmek çıkınını açtı ve
taze ekmek ile peynir çıkarıp önüme koydu. Taze ekmeğin içine peynir koyup
başladım ısırmaya gerçekten acıkmışım... 

Yaklaşık atmış yaşlarında ama dinç çoban 

--Hayırdır beyim gezintiye mi çıktınız? 

Diyor bende evet anlamında başımı sallıyorum. Gülüyor ve 

--Bu havalara güvenilmez bak ıslanmışsınız 

Diyor. 

--Demin yağmur vardı şimdi güneş açtı gerçekten bu havalara güvenilmez. 

Koyunlar sıra ile dereden su içerken çoban kepeneğinin içine oturmuş bir
kayanın dibine sigarasını tüttürmekte. Başlıyoruz laflamaya karşıda iki selvi
ağacı salınmakta usul usul. 

--Bu serviler hep böylemi dir. 

Diyorum. Ah edercesine içini çekiyor çoban ve başlıyor anlatmaya. Bende
dinliyorum kulak kesilerek. 

--O selviler diyor çok şey anlatır anlayana diyor. Bu serviler dikildiğinde
ikinci dünya savaşının en çetin günleriydi. Çarık giyerdik yiyeceğimiz yoktu
deli sarımsakları toplar yerdik. Yine süpürgelik tohumlarını değirmende öğütür
un yapar ekmeği ondan yapardık. Allah bu günümüze zeval vermesin diyor, savaş
çok kötü bey diyor yokluk ölüm ve acı diye ekliyor. 

--Değirmen diyorum. 

--Hani derenin yamacındaki mi? 

--Evet der gibi başını sallıyor. Sigarasından derin derin nefes çekiyor koyu bir
duman üflüyor. 

--O değirmen bir tarihtir bey diyor neler görmedi ki evveliyatı ta Osmanlıya
dayanır kurtuluş savaşında kahraman askerlerimize yataklık etmedi mi? Eşkıyalar
bastıda eşkıyalara aman da vermedi çok şey gördü çok şey... 

Çoban yanan ateşin karşısında sigara üstüne sigara yakıyor. Anlattıkça coşuyor
anlatıyordu anlatıyordu. 

Adamı soluksuz bir çocuğun masalı dinlerken ki merakıyla dinliyordum. Hatta
konuşmanın ahengi bozulmasın diye soru bile sormuyor. Sadece evet ya demek öyle
gibi kelimelerle çobanın konuşmalarını tamamlıyordum. Vakit öğle üstünü çoktan
geçmiş nerdeyse ikindi olmak üzereydi. Gölgeler uzamış topraktan dumanlar
yükseliyordu. Koyunlar yeşil çimenlere iştahla saldırarak karınlarını
doyuruyordu. Çoban anlattıkça anlatıyordu. Dinlerken dalıp gitmiş sanki o
günlerin içinde kaybolmuştum. Zaman mefhumu yok olmuş ben zaman dehlizinde bir
anda olayların içine karışıp gitmiştim. 

Değirmenin karşısında bulunan tahta köprü kalın çıralı çam ağaçlarından
yapılmış yıllara meydan okurcasına gelen geçen yolcuları taşımaya devam
ediyordu. Köprünün tahta korkuluklarına dayanmış İsmail iri yapılı yanakları
elma kırmızısı hani halk arasında yanaklarından kan damlıyor tabiriyle
anlatılan güçlü ve sağlıklı bir gençti. Henüz askerden yeni gelmişti. Bu yüzden başındaki saçlar yeni traşlanmış gibi kısacıktı. bakışlarında insana güven veren bir tatlılık vardı. Köprünün
üstünde derede oynaşan balıkları seyre dalmış, öylece köprünün üstünde
kalakalmıştı. Balıkları seyre dalan İsmail bir anda çocukluğuna gitti.
Çocukluğunda değirmenin bendine yakın bir yerde babası Hacı ali bir kaydırma
kurmuştu. İsmail bu kaydırmanın başına gider orada balıkların kaydırmaya
düşmelerini merakla bekler, kaydırmanın üstüne düşen balığın hoplayıp
zıplamasını seyrederdi. Yine bir gün kaydırmaya balıklara bakmaya gittiğinde.
Küçük bir kızın kaydırmadan balık aldığını gördü. Kıza: kaydırmayı babasının
kurduğunu bu yüzden balıkların kendilerinin olduğunu söyledi. Kızda: 

-Yazık değil mi balıklara ? 

deyip elindeki balığı suya doğru fırlattı. Bunun üzerine İsmail kıza doğru
hızla yürüyerek niye benim balığımı suya atıyorsun diye bağırmaya başladı.
Kızda atarım tabi balıklara yazık değil mi? Diye sordu. 

--Onlarda can taşıyor. 

Diye bağırmaya başladı. İki çocuk şiddetli bir ağız dalaşına dalmışken
değirmenci Hacı ali ve kızın babası Cemil araya girerek onları yatıştırdılar.
Bu kız Aysel'di melikli saçlarında renkli kurdelası yanaklarının kenarlarında iki çukur gamzesiyle aslında güzel bir kız çocuğu idi fakat kızdırmaya gelmezdi kızdı mı gözlerinden şimşekler çakardı. değirmene yakın köylerden Yukarı pınar köyünden Cemil'in kızıydı. Babası
ile birlikte değirmene buğday öğütmeye gelmişlerdi. Cemil orta yaşlarda kısacık sakallı güleç yüzlü sakin bir adamdı belki yaşından dolayı hafif kamburu çıkmıştı. sırtındaki elbise eski olmasına rağmen tertemizdi. Çocukları yatıştıran iki
eski dosttan Hacı ali babasından kalma bu değirmende yaşayan kısa boylu tıknaz bir adamdı yüzü hep gülerdi. hayatta her zaman espiri yapan insanları güldürebilen ender insanlardan biriydi. Hacı ali ve Cemil onları değirmene götürerek Hacı ali'nin akşam kaydırmadan aldığı
balıklarla birlikte atmış olduğu sofraya oturtmuş ve Aysel kıza balıkların bir
av hayvanı olduklarını, etlerinin insanlara şifa verdiğini yine özellikle
gözlerin iyi görmelerini sağladığını, ancak bilinçsiz ve aşırı avlanmanın kötü
bir şey olduğunu, bilinçsiz avlanma sonucu balık neslinin tükenebileceğini
anlatmıştı. Yemekten sonra iki arkadaş olan küçükler dere kenarında taş
yüzdürerek oyunlar oynamıştı. Böylece düşlere dalmış İsmail suda birden bir
akis gördü. Yazmasının altından sarı melikleriyle gülen gözlerle bakan güzel bir
kız sanki gülümsüyordu. Şaşkınlığı iyicene artan İsmail bir anda zamanı mekanı
kaybedip nerde olduğunu kim olduğunu unuttu . Sonrada köylünün 

--Değirmenci yerinde mi oğul? 

Demesiyle düşlerinden uyanıp kendine geldi, şaşkın ve heyecanlı sesiyle 

--Evet 

diyebildi. İsmail askerlik görevini dün bitirip gelmişti. Ülke savaşın eşiğinde
kıtlık bir yandan yokluk içinde askerlik hiç çekilmiyor, ama vatan borcu namus
borcu aç kalmakta var açıkta kalmakta, zamanı gelince seve seve şehitlik
mertebesine varmakta var. Vatan yücedir, vatan gerektiğinde hizmet bekler, bu
düşüncelerle askerlik görevini yapan İsmail nihayet köyüne dönmüştü. Köyüne
dönmüştü dönmesinde, ama babasının annesinin elinde yok, avucunda yok hoş
kimsede yok ya. Dünya savaşın pençesinde ülke savaşa ha girdi ha girecek.
İsmail ve ailesinin bu köhne değirmenden başka varlıkları yok. Değirmen olmuş
neye yarar halkta buğday yok ki öğütsün, un yapıp ekmek yapsın insanlar
yokluktan mısır koçanlarını değirmende öğütüp un haline getiriyorlar. Sonrada
bunlardan ekmek yapıyorlardı. İsmail çarıkların ucundan çıkan ayak parmaklarına
baktı. Toz toprak içinde kalmış ayak parmakları, tırnakları uzamış köprüye
geçen İsmail dere boyunca yürümeye başladı. Yürürken çarıkların deliklerinden
dikenler ayaklarına batıyor, taşlar topraklar ayaklarında yaralar açıyordu.
Derenin kenarında uzun boylu fındık sürgünleri, kızılcık sürgünleri ve derenin
sularında sulanan su bitkileri derenin sularını yeşile boyamaya yetiyordu.
Sanki derenin suları o bitkilerden bitkilerde derenin sularından hayat
alıyorlardı. Birbirleriyle koyun koyuna iki sevgili gibi yaşayıp gidiyorlardı.
Derenin kenarlarındaki taşların arasında yürüyen İsmail’in çarığı kanlar içinde
kalmıştı. Ama o bunlara aldırmıyor yoluna devam ediyordu. Engebeli arazi
üzerinden geçen dere sularını kıyalarındaki kavak ağaçlarını ve bağ bahçeleri
sulayarak taa ilerdeki değirmenin taşlarını döndürüyordu. Hele bahar yağmurları
bir yağmaya görsün. Sular taşar kenarlardaki toprakları sürükleyerek akıp giderdi.
İsmail dere kenarında dalgın dalgın dolaşırken karşısına bir böğürtlen kümesi
çıktı. İsmail oldum olası böğürtlen yemesini çok severdi. İştahla
böğürtlenlerin olgunlarını koparıp yemeye başladı. Ancak bir ses ile irkildi. 

--Hey sen bizimi gözetliyorsun? 

İsmail utandı oradan nasıl uzaklaştığını bilemedi. O gün karşı köyün kadınları
çamaşır yıkamak için dere kenarına inmişlerdi. İsmail'e seslenen değirmende
gördüğü Aysel'den başkası değildi. 

Aysel Yukarı pınar köyünün en güzel kızlarından biriydi. Cemil ve Hacer'in tek
kızıydı. Savaş zamanı yokluk zamanı olmasına rağmen küçük şeylerle mutlu
olmasını bilen ailesi ile birlikte kıt kanat geçinen bir genç kızdı. Çatısı
toprak duvarları yarı ahşap iki göz evlerinde anne ve babası ile birlikte
yaşamını sürdürüyordu. Evin güneşe bakan önünde kadife çiçekleri,
fesleğenler, sümbüller, nevruzlar ve birbirinden çeşit ve güzel güller yetişirdi.
Bu bahçeyi sulamak için aile evin yakınında kış yaz dinmeyen oluklu pınardan
kovalarla su taşırlardı. Yukarı pınar köyündeki evlerin hemen hepsi yarı ahşap
üstü toprakla kapatılmıştı. toprak kışın evin içini sıcak tutarken yazın tam
tersi serin tutuyordu. Yukarı pınar köyü sırtını bir tepenin yamacına yaslamış
küçük ve şirin bir köydü. Topraklarının çoğu köyün yakınından geçen derenin
kenarındaydı. Köylüler bu topraklara bahçe, bağ ve kavak dikmişlerdi; biraz daha
yüksekteki topraklara ise buğday, nohut gibi bakliyat ekiyorlardı. Çünkü bu
çeşit ürünler su istemiyordu. Yukarı pınar köyü sakinleri savaşa yokluğa göğüs
gererek elde ettikleri ürünlerin bir çoğunu vergi vererek yaşamaya
çalışıyorlardı, hasat sonucu ürün elde edildi mi devletin memurları gelir
kimsenin gözünün yaşına bakmaz ürünün çoğunu alır atlara katırlara yükler
giderdi. Bu tüm ülkede olduğu gibi Yukarı pınar köyünde de böyleydi. İnsanlar
kıt kanat geçinmeye alışmaya başlamış geleneklerini göreneklerini ve
yaşamlarını buna göre düzenleyip her şeye rağmen yaşamın tadını çıkarmaya
bakıyorlardı. Aysel büyümüş serpilmiş tam bir genç kız olmuş güzelliği dillere
destan her delikanlının yüreğini hoplatan bir güzel olmuştu. Yukarı pınar
köyündeki delikanlıların hepsinin gönlünde Aysel yatardı. Cemil ile eşi eve
gelen dünürlerden bıkmış gelen dünürlere bahane uydurmaktan hayır demekten
bıkmışlardı. Aysel köydeki delikanlılardan kimseyi kendine eş olarak görmüyor
gönlü bomboş düşlerinin prensini arıyordu. Yukarı pınar köyünde yokluk ve
hüzünle günler geçip gidiyordu. 

Hacı alinin değirmeni bu yörenin tek değirmeni idi. Yalnız Yukarı pınar köyü
değil ciğar köylülerde hep bu değirmene gelirler işlerini görüp giderlerdi.
Hacı alinin eli cömert kapısından kimse geri dönmemiştir. Sofrasından kimse aç
kalkmamıştır. Savaş ve yokluk yılları olmasına rağmen Hacı ali bir dilim
ekmeğini paylaşır açları yoksulları doyururdu. Hacı alinin ve Hatice'nin tek
evlatları İsmail'di. İsmail onların sanki göz böbekleri herşeyi tek çocuklarının
mutluluğu içindi. O üzülürse anne babası yas tutar o gülerse onlar düğün bayram
ederlerdi. İsmail askerden yeni dönmüştü. İsmail ilçede bulunan okulda okumak
için bir tanıdıklarının evinde 3 yıl kalmış okuma yazma öğrenmiş basit
matematik işlemlerini yapabiliyordu. Ama okumayı çok seviyor ilçeye inince
mutlak gazete alır yine eline geçen kitabı mutlaka okurdu. Hacı ali İsmail'e
bir radyo almıştı. İsmail radyodan haberleri dinler arkası yarın ve diğer radyo
oyunlarını ilgiyle takip eder zaman zaman kendini oyunlardaki kahramanların
yerine koyardı. Yalnız son zamanlarda dalıp gider bir çift göz düşlerini
süslerdi Bu iki çift gözün sahibi Aysel'den başkası değildi. .İsmail taa
çocukluğundan bu iki çift göze hayrandı. Küçücük kibar ve tatlı tatlı bakan iki
çift siyah göz ne zaman gözlerini yumsa bu gözler karşısına gelir ve düşlerini
süslerdi. Hele askerlik dönüşü Aysel'le ne zaman karşılaşsa kalbi başka atmaya
başlıyor nefesi daralıyor eli ayağına dolaşıyor ne yapacağını bilemiyordu. Hele
gözlerine bakınca başka yere bakamıyor gözleri Aysel'in gözlerine
kilitleniyordu. Son zamanlarda işi gücü bırakan İsmail alıp başını gidiyor bol
bol dere kenarında yürüyordu. Hoş ondan kimse iş güç beklemiyor kimse bir şey
demiyordu. Tamamen kendi halinde yaşıyordu. Heyecanla Aysel ile karşılaşmayı
bekliyordu. Aysel'in gelebileceği yerlere gidiyor hasretle yollarını
gözlüyordu. Zamanı saati her şeyi ona göre ayarlamış her şey Aysel'e göre planlanmıştı.
Sanki Aysel olmasa hiç bir şey olmayacakmış gibi.. 

Sabah güneşi bahçeden taraftaki pencereden ışıklarını süzerken perdenin
arasından İsmail'in odasına girivermişti. Işıklar yarı gölgeli gözlerini
kamaştırınca uyanmak zorunda kaldı. Kalktı giyinip doğruca değirmenin
arkasındaki arka gidip buz gibi suda elini yüzünü yıkadı saçlarını düzeltip
doğruca oturma odasına girdi. Annesi mutfakta sabah kahvaltısını hazırlıyordu.
Mutfak her zaman ki gibi düzenli ve temizdi. Bir yabancı bile mutfağa girse aradığını
kolayca bulabilirdi. Yine değirmenin yanındaki kutu misali üç odalı küçük evde
her şey muntazam düşünülmüş ve düzenliydi. İsmail tahtadan yapılmış sedire
oturmuş radyosunu açmış dinliyordu. Karşısında dededen kalma dolma tüfeği
asılıydı. Mutfaktan annesinin sesi duyuldu. 

--İsmail kahvaltı hazır baban nerde kaldı 

--Gelir anne değirmenin arkındaki suya bakmaya gitmiştir. 

Gerçekten de az sonra kapının girişinden ayak sesleri duyulmaya başladı sabah
erkenden kalkan Hacı ali derenin suyunu değirmenin arkına çevirmiş ark sularla
dolmuş billur gibi sular değirmenin çarkını döndürmeye başlamıştı. Hemen hemen
her gün sabahtan derenin suyu arka çevrilirdi. Bentler suyla dolar çark döner,
değirmen taşları gürültülü sesler çıkararak tahılları un haline getirirdi.
Hemen hemen değirmen hiç boş kalmaz her gün bir kaç köylü gelir çuvallarla kah
katır kah eşekle gelen yulaf arpa süpürgelik tohumu mısır koçanı çok az da
olsa buğday gelir değirmene öğütülüp un haline gelir tekrar çuvallara itina ile
doldurulup hayvanlara yükleyip giderlerdi. Değirmenin taşları döner Hacı ali
kanaatkar insan hakkınca hakkını alır yoksulu korur haram hile bilmez kar ettim
zarar ettim demez. Babasından kalan bu değirmende ömrünü geçirir giderdi. Tek
derdi biricik oğlu İsmail ve onun mutlu olmasıydı. Eşi Hatice kadın ile
birlikte bütün amaçları biricik oğullarının mutlu bir şekilde mürüvetlerini
görmekti. Aile oturdu sofraya besmeleler çekildi. çaylar yudumlandı Allah ne
verdiyse kahvaltı edildi. Hacı ali çekildi köşesine tütün çıkınını açarak bir
sigara sardı. odaya keskin bir tütün kokusu doldu Hacı alinin üflediği dumanlar
küçük bulutlar halinde yükseliyordu. İsmail babasının başucundaki dolma tüfeği
alarak kapıya doğru yöneldi. Annesi 

--Gidiyor musun oğul 

--Evet biraz dolaşacağım deyip çıktı kapıdan. 

Değirmenin arkasındaki dar patika yoldan yürümeye başladı yemyeşil ağaç
dallarıyla kaplı patika yoldan ancak yüklü bir eşek ancak geçebilirdi.
Çalılıklar İsmail'in kollarına dolanıyor başına çarpıyordu. İsmail normal
adımlarla yürüyor amaçsız bir şekilde gidiyordu. 

Cemil o sabah eşini ve kızını erkenden uyandırarak Allah ne verdiyse çabucak
kahvaltılarını yapmışlar ve derenin kenarında bulunan çamaşırlığa gitmek için
yüklerini eşeğe yükleyerek yola çıkmışlardı. Yukarı pınar köylüleri genelde
çamaşırlarını bu derede bulunan çamaşırlıkta yıkarlardı. Cemil ile 

ailesi değirmene doğru giden patika yolda Cemil'in çektiği bodur boz eşek önde
ardında kızı ve hanımı ile hızlı adımlarla deredeki çamaşırlığa doğru
gidiyorlardı. Güneş henüz yeni doğmuştu. Güneş ışıkları sık dalların arasından
geçemediği için etraf karanlıktı. Sık dallı yolda giderken Aysel'in belinde
asılı duran mendil bir dala takılarak yere düştü. Aysel mendilin düşmesini fark
etmedi bile. 

Dalgın dalgın yürüyen İsmail yerdeki mendili görünce eğilip eline aldı mendil
temiz ve kenarları nakış işlemeliydi İsmail mendil elinde yürümeye devam etti.
Böyle ne kadar yürüdü bilinmez ani bir sesle irkildi. 

--Bu benim mendilim ama 

--Sizin miydi yolda buldum sahibini arıyordum buyurun mendilinizi 

--Teşekkür ederim diyerek mendili alan Aysel hızla oradan uzaklaştı Ardında
beline kadar inen saçları salınıyordu. İsmail içinden ne kadar güzel bir kız
diye geçirdi. İsmail dalgın bir şekilde ne kadar gitti farkına varmadan baygın
ıhlamur kokuları burnuna dolunca ıhlamur ağaçlarıyla kaplı bir derede buldu
kendini bir anda çöküverdi yaşlı bir ıhlamurun dibine oturunca ne kadar
yorulduğunu hissetti. Eline yerden kuru bir ıhlamur çiçeği alıp kokladı. Sonra
Aysel'i düşünmeye başladı baygın bakışlarını temiz yüzünü gülünce ağzının
kenarlarında beliren gamzelerini yüreğinde sıcacık duygular uyanmaya başladı.
Aysel şimdiye kadar gördüğü kızlara benzemiyordu. Alımlı yürümesi boyu posu
konuşması farklıydı. İsmail birden hayallere daldı. Değirmenin yanında beyaz
badanalı yemyeşil bahçe içinde damına leylekler yuva yapmış bir ev ve yanında
Aysel ne kadar yakışıyordu bu eve Aysel... 

Bunları düşünerek iyice dalan İsmail'in karşısındaki ağaca bir keklik konmuştu
İsmail bir kekliğe bir elindeki dolma tüfeğe baktı. Tüfek doluydu. Ama İsmail
can yakamazdı hele bir kekliği hiç avlayamazdı Keklik şöyle etrafına bir
bakındı sonra geldiği gibi nazlı nazlı uçup gitti. Burası taa dik yamaçlardan
akıp giden sularıyla baygın ıhlamur kokuları ve yeşilin sarıyla harman olduğu
cennetin yeryüzündeki benzeriydi. İnsan burada bütün dertlerini unutur huzur
bulurdu. 

Aysel İsmail'in elinden mendili alır almaz ardına bile bakmadan tahta
takunyalarını sürükleyerek oradan hemen uzaklaştı. Ama İsmail için ne kadar
kibar ve nazik bir insan diye düşünmeden kendini alamadı 

Aysel duygularını saklamasını bilen sevgi dolu yokluklara rağmen hayata umutla
bakan şakacı genç bir kızdı. Aysel çamaşır yıkamakta olan annesin yanına
doğru giderken çalılıkların arasından bir karatavuk korkuyla ve telaşla pat pat
kanat çırparak uçup gitti. Değirmenin taşları dönüyor, Bazen tahıl bazen
zamanı öğütüyordu. Yokluk ve savaş insanların belini iyice bükmüş ayaklara
çarık, dokuma gömlek aba pantolon insanlar kendi imkanlarıyla yaşamaya
çalışıyorlardı. Değirmen derenin sularıyla taşlarını döndürürken İsmail ilk ke
çaresiz ilk kez kendini yenilmiş hissediyordu. Ne zaman gözlerini kapatsa iki
tatlı bakışlı iki küçük göz hayalini kaplar silinmez düşler içinde bırakırdı
İsmail'i. İsmail uyku nedir unutmuş ne geceyi ne gündüzü yaşayamaz olmuştu. Bu
Hacı alinin ve karısı Hatice'nin dikkatini çekmişti. Biricik oğullarının bir
derdi vardı ve oğulları gün be gün biraz daha kötüleşiyordu. Bu durum aileyi
üzüyor çaresiz bırakıyordu. Hacı ali ve eşi oğullarıyla konuşmaya karar verdi. Bu
işi Hatice kadın üstüne aldı oğlu İsmail ile konuşacak derdi neyse öğrenip bir
hal çaresine bakacaktı. O sabah erken kalkan Hacı ali elinde kürek derenin
suyunu değirmenin bendine çevirmek için yola çıktı. Çiğ damlalarının ıslattığı
çimenler çarıklarını ve ayak parmaklarını ıslamıştı. Güneş doğmadığı için etraf
karanlıktı. Ağaç diplerinde koyu karanlıklar vardı. Hızlı adımlarla yürüyen
Hacı alinin ayakları çalı çırpılara çarparak sesler çıkarıyordu. Yıllar yılı
her sabah Hacı ali mutlaka değirmenin arkına suyu çevirir rızkını beklerdi.
Çünkü atalarından böyle görmüştü. Mutfakta kahvaltılık hazırlayan Hatice kadın
oğlunun uyanmasını sabırsızlıkla bekliyordu. Nihayet uyanan İsmail elini yüzünü
yıkayıp oturma odasına girmişti. Annesi elinde temizlik bezi odaya girdi. 

--Uyandın mı oğul 

--Evet ana 

--Senin bir derdin var hele söyle bir anana neyse bakalım çaresine. İsmail
sadece önüne bakıp sustu. 

--Yavrum söyle var senin bir derdin dedi; annesi İsmail başını kaldırmadan
Aysel diyebildi. Annesi 

--Çok mu seviyorsun bunda üzülüp utanılacak ne var isteriz Allah’ın emri ile
olur biter senden iyisini mi bulacaklar aslan oğlum dedi. 

Hatice kadın oğluyla konuştuktan sonra rahatlamıştı. Heyecan içinde Hacı alinin
gelmesini bekliyordu. 

Yorgun argın değirmene gelen Hacı ali'yi güler yüzle eşi Hatice kadın karşıladı
Eşini böyle güler yüzle kendisini karşılamasından güzel ve hayırlı bir haber
olduğunu anladı. ve eşine 

--Hayırdır hatun güzel haberlerin var galiba 

--Var var oğlumuz aşık evlenmek ister 

--Ya kimmiş oğlumuzun gönlünü çalan güzel 

--Aysel Yukarı pınardan 

--Ya Aysel'i kim istemez hayırlı olur inşallah hanım hayırlı olur 

--Hayırlı olsun bey hayırlı olsun 

İsmail annesine Aysel'in adını söyler söylemez her zaman ki gibi alıp başını
odadan çıkıp, değirmenin arkasındaki yolda yürümeye başladı. Tarifsiz duygular
içinde gel gitler yaşıyordu. Bir yandan annesine Aysel'i söylemekle
rahatlamıştı. Derdini saklamaktan meydana gelen sıkıntıdan kurtulmuştu.
Kurtulmuştu ama şimdide babası ne der nasıl karşılar. Hadi babası razı oldu.
Aysel'i verirler miydi yada Aysel ister miydi onunla evlenmeyi. Kafasında hep
Aysel Aysel Aysel... 

Sabah erken yola çıkan Erhan Yukarı pınar köyünde oturan köyün
yoksullarındandı. Köyün yerlilerinden olmadığı için ekecek fazla toprağı yoktu.
Yoksul ambarı boşalmış. Değirmene öğütmek için hiç bir tahılı kalmamıştı.
Eşeğine binmiş değirmenin yoluna düşmüştü. Hacı ali çok yakın arkadaşıydı. Ne
zaman derde dara düşse değirmene koşardı. Erhan değirmene geldiğinde Hacı ali
onu elinde kürekle karşıladı. İki arkadaş hasretle sarılıp kucaklaştı. Hacı ali
arkadaşını eve buyur etti. İki eski arkadaş eve girince güler yüzle karşılandı.
Zaten bu ev her zaman misafire alışıktı. Hatice kadın misafiri eve buyur
ederken İsmail misafirin elini öptü. Hatice kadın zaten hazır olan sofrayı
kurdu. Besmeleyle kuruldular sofraya Allah ne verdiyse afiyetle yediler
içtiler. Yemekten sonra İsmail müsade isteyerek çıktı. Hatice kadın çay
demlemek için mutfağa geçti. İki arkadaş Hacı ali'nin tütün kasesinden birer
sigara sarıp tüttürmeye başladılar. Odaya ağır bir tütün kokusu kaplamış ve oda
duman içinde kalmıştı. İsmail yine yollara düşmüştü. Yine her zamanki gibi
karışık duygular içindeydi. Annesi Aysel'den babasına bahsetmiş miydi.
Bahsettiyse babası nasıl karşılamıştı. Bu düşüncelerle dere kenarında yürüyen
İsmail derenin derin bir yerinde suların akarak oluşturduğu dehlizi izlemeye
başladı. Yerden bir çubuk alıp dehlize fırlattı dehliz anında çubuğu yuttu.
İsmail'in aklında yine Aysel vardı. Yüreğinde ince bir sızı hissetti nefesi
sıklaştı. Şayet hayatında Aysel olmazsa sanki yaşayamazdı. Günün birinde Aysel
başkasının olsa kendini bu dehlize atardı. 

Değirmende Hacı ali ve arkadaşı koyu bir sohbete dalmışlardı. Bu arada Erhan 

--Maşallah İsmail askerden sağ salim gelmiş. 

--He ya geldi çok şükür. 

--Yalnız çok suskun bir derdimi var acaba. 

--Yok bir derdi çok şükür ama evlenme zamanı geldi. Birde evlenip çoluk çocuğa
karıştığını görsek gözümüz açık gitmez çok şükür. 

-- inşallah o günleri de görürüz. Var mı bir kısmeti bari 

--Şimdilik yok bulursak olacak hayırlısı ile. köyde yok mu bize uygun gelinlik
kız. 

--Vardır ama düşünmek lazım... Durun yahu var; Bizim komşu Cemil'in kızı var,
tam İsmail oğlumuza göre hayırlısı ile olur inşallah. 

--Nasıl kızı görebilir miyiz. 

--Elbette gelirsiniz bir akşam bizim eve, bizim hanım bir bahane ile çağırır
kızı sizde görürsünüz. 

--Geliriz elbet hayırlısı olsun. 

Bu sohbetten sonra her zaman olduğu gibi Erhan eşeğine değirmenden yüklediği
taze unlarla evine döndü. 

O akşam Aysellerin evine yine dünür gelmişti. Yine Cemil ve ailesi bin bir
dereden su getirerek olmaz demişlerdi. Nedendir bilinmez gelen dünürleri bir
türlü beğenemiyorlardı kızlarını kimseye yakıştıramıyorlardı. Yorgun ve karışık
duygularla yatağa giren Aysel kaderine kızıyordu. Dünür gelen köylülerin
oğlanlarını tanıyor hiç birini beğenemiyordu. Hayatını birleştireceği beyaz
atlı prensi bekliyordu. Ama ara sıra İsmail’i rüyalarında zaman zaman görüyor o
utangaç ve mahzun bakışları onu etkiliyordu . Sanki rüyalarında ki beyaz atlı
prens İsmail’di. 

Erhan değirmenden gittikten sonra Hacı ali ve eşi kendi aralarında konuşmaya
başladı. 

--Ne dersin hanım Aysel’i istesek verirler mi acaba 

--Bilmem bey istemeden bilinmez hayırlısı olsun. 

--Evet hanım hayırlı olsun hele bir gidip görelim bakalım 

--Evet bir görelim ama oğlumuz beğenmiş bize istemek düşer inşallah verirlerde
çocuğun ızdırapları biter. Bu konuşmalardan sonra karı koca uzun ve deliksiz
bir uykuya daldı. 

Erhan eve gelir gelmez eşi kapıda karşıladı. Eşeğin yüklerini birlikte indirdiler
eşi Hacı ali’ye şükür dualar etti. Birlikte eve girdiler. Erhan eşine
değirmenden getirdiği selamları söyledi. Hanımı 

--E nasıllar iyiler mi ne yapıyorlar diye sordu. 

--İyiler hanım İsmail askerden dönmüş, maşallah evlenme çağına gelmiş 

--Hayırlısı olsun bey inşallah gönlüne göre birini bulur 

--Ben bizim Aysel’i düşündüm ve Hacı alİ’ye söyledim. Yakında buraya gelip
Aysel’i görecekler. Bize de bir akşam misafir olacaklar. 

--Gelsinler bey seve seve ağırlarım az mı iyiliğini gördük bize hiç yokluk
göstermediler çok şükür. 

Nihayet Hacı ali hanımını yanına alarak Yukarı pınar köyüne doğru yola çıktı.
Hava çok sıcak olduğu için ağaçların gölgesinden yürüyorlardı. Yorucu bir
yolculuktan sonra yukarı pınar köyüne vardılar. Doğru arkadaşı Erhan’ın evine
yöneldiler. Köyde herkes Hacı ali’yi tanıyordu. Gördükleri hoş geldiniz diye
Hacı ali’nin elini sıkıyorlardı. Erhan’ın evine varan Hacı ali ve eşi kapıyı
çalınca Erhan ve eşi onları sevgiyle karşıladılar. Sarılıp kucaklaşan eski
dostları eve buyur ettiler Allah ne verdiyse ikram edip sohbet ettiler.
Erhan’ın evi köydeki her ev gibi yarı ahşap ve üstü toprak örtülü küçük ve
şirin bir köy eviydi. Evin bahçesinde asmadan bir çardak vardı. Yazları Erhan
ve eşi bu çardakta otururdu, yine misafirlerini bur da ağırlardı. Erhan’ın
çocuğu yoktu.. Bir ara Erhan’ın eşi Elif yan komşuları olan Cemil’in evine
giderek bir yardım isteğiyle Aysel’i evlerine çağırdı. Aysel asma çardak
altındaki misafirleri görünce hoş geldiniz deyip hiç adeti olmadığı halde
ellerini öptü. Bu saygılı kız Hacı ali ve eşinin sevgisini şimdiden kazanmıştı.
Misafirlerin sorduğu sorulara saygı ve içten cevaplar veren Aysel işi bitince
oradan doğru evlerine gitti. Aysel gittikten sonra Erhan 

--E de bakalım Hac ali ağa Aysel kız nasıl beğen din mi diye sordu Hac ali 

--Allah bağışlasın çok hoş ve saygılı bir kız dedi 

--Gelin olarak düşünür müsün 

--Düşünürüm tam oğlumuza ve ailemize layık bir kız Allah hayırlısını etsin 

--O zaman en kısa zamanda biz hanım ile Cemil’e dünür gidiyoruz. Ne dersin
hanım 

--Elbette hayırlı bir iş gideriz tabi. Bu sohbetin ardından değirmendeki işleri
bahane eden Hacı ali ve eşi yapılan ikramlara teşekkür ederek oradan ayrılıp
değirmene doğru yola çıktılar. 

Yolda giderken Hacı ali hanımına sordu. 

--Hanım nasıl kız çok güzel çokta saygılı değil mi 

--Öyle bey gerçekten çok güzel ve saygılı inşallah gelinimiz olur. 

--İnşallah hanım inşallah. 

Yol yorucu ve uzundu. Bir pınar başında dinlenen yolcular soğuk sudan kana kana
içtiler. Pınarın suları ta dereye kadar akıp gidiyordu. Suların kenarları
yemyeşil kır bitkileriyle süslenmişti. Yine bir çok yaban hayvanı böcü ve börtü
bu sulardan içiyorlardı. Bu pınar çok eski zamanlardan beri akıyordu. Pınarın
önünde ağaçtan bir ahır vardı. Sağında solunda kuşüzümü kümeleri ve koruma içine
alınmış kim tarafından dikildiği bilinmeyen bir dut ağacı… 

Hacı ali ve eşi dik yamaçtan inen yolu takip ederek değirmene ulaşmışlardı.
İsmail yine köprünün üstünde derede oynaşan balıkları seyrediyordu. Henüz akşam
olmamıştı güneşin batarken ki kızıllığı gökyüzünü kaplamıştı. Hacı ali ve eşi
doğruca eve girdiler Hatice kadın akşam için yemek hazırlayacaktı. Hacı ali
odaya geçti tütün kesesini çıkarıp yine bir sigara sarıp yaktı. Derin bir
nefesi ta ciğerlerine dek çekti ağzından burnundan koyu bir duman kümesi
fışkırdı. Oda nikotin ve duman içinde kalmıştı. İsmail hala köprünün üstünde
gökyüzün almış olduğu kızıl rengin suya aksedişini izliyordu. Gökyüzünün
üstünden bulut kümeleri geçmekteydi. Nihayet akşam olmuş suların rengi
kararmıştı. O da daha fazla beklemeyip evlerinin yolunu tuttu. Erhan ve hanımı
çeşitli hediyeler alarak Cemil’in evinin yolunu tuttu. Zaten Cemil’in evi
onların evine çok yakındı duvar duvara tabiri misali. Çok yakın komşu
olduklarından önceden haber verme gereği duymadılar. Birbirlerinin evine
teklifsiz gelip gidebiliyorlardı. Kapıyı çalınca Cemil açtı kapıyı ve buyur
etti komşularını. Bahçeden çeşit çeşit çiçek kokuları geliyordu. Hep birlikte
oturma odasına geçtiler hoş beşten sonra Aysel kızın demlemiş olduğu çaylar
geldi ve afiyetle içtiler. Cemil 

--Hayırdır komşum deyince Erhan’da. 

--hayır komşum bizim şer ile işimiz olmaz dedi. Komşu maşallah Aysel kızımız
büyüdü hayırlısı ile mürüvvetini görsek derim dedi 

--Siz demi dünür geldiniz komşu dedi Cemil 

--Allah’ın emri peygamberin kavli ile kızımızı oğlumuz Hacı ali’nin oğlu
İsmail’e istiyoruz. Dedi odada derin bir sessizlik oldu. Aysel usulca odadan
çıktı. Cemil ve hanımı Cemile birbirlerinin yüzüne baktılar. Nihayet uzun süren
sessizliği Elif bozdu. 

--Atalarımız “kız istenirken koç beslenirken satmalı” demişler dedi. Erhan’da 

--Hayırlısı ile Aysel kızımızın mürüvvetini görmek isteriz Aysel bizim de
kızımız sayılır, hem Hacı ali fena insan sayılmaz oğlu İsmail’de aslan gibi
yeni askerden geldi. dedi. . Cemil 

--Kız babası olmak ne kadar zormuş meğer 

--Ne güzel bu günleri görmek kızın güzel ve seviliyor herkesin istemesi normal
mutlu olmalısınız buna dedi Erhan. Cemil tedirgin biraz da şaşkın ne diyeceğini
bilmiyordu. Bu arada Aysel kız kahveleri pişirmiş elinde tepsi ile odaya girdi
önce misafirlerden başlayarak ikram etti.. Odada yine bir sessizlik hakimdi
kahveler afiyetle içildi. Erhan 

--E de bakalım Cemil kardeşim müjdeyi verelim mi Hacı ali’ye 

-- Hacı ali’yi severim iyi insandır selamımı söyleyin nasibini başka kapıda arasın
bize de darılmasın. 

--Yok öyle kestirip atmak hele bir düşünün kızımıza da sorun biz daha geliriz 

--Siz bilirsiniz tanrı misafirine kapımız her zaman açık 

--Geliriz elbet nasıl biz hanımları elden aldıysak bizde kızlarımızı ele
vereceğiz Allah’ın emri böyle 

--Allah’ın emrine karşı gelinmez tabi Allah ne yazdıysa o olur. 

--Ha şöyle kestirip atma yumuşa biraz öyle değil mi Hacer bacı 

--Kızım için hangisi hayırlısı ise o olsun kimse kavun değil ki koklayıp
anlayasın iyi dersin kötü olur kötü dersin iyi olur hayırlısı olsun 

--Hayırlısı olur kardeşim hayırlısı hele siz bir iyicene düşünün bir kızımıza
sorun biz tekrar geliriz deyip vedalaşıp çıktılar.  Cemil’in evinde her zaman ki
gibi dünür ağırlamanın verdiği sıkıntı ve yorgunluk vardı. Aysel annesine 

--Bunlar kimden gelmiş anne 

--Değirmenden Hacı ali’nin oğlundan gelmişler. Aysel Değirmen lafını duyunca
yüreğinde tatlı bir sıcaklık duydu. Dalıp gitti. Annesi olmaz dedik
anlamıyorlar yine geleceklermiş dedi. . O gece yatağına uzanan Aysel ilk kez gelen
dünürlerden rahatsız olmamıştı. Gözünün önüne İsmail geliyor utangaç bakışları
çekingen tavırları hoşuna gidiyordu. Sonra değirmen geliyor gözlerine
değirmenin çevresi yeşiller içinde bir bahçe var renk renk çiçeklerle
donatılmış kendini beyaz badanalı bir ev önünde bahçesi ve yanında İsmail ne
güzel hayallerdi. Keşke annesi babası bu sefer olur dese de İsmail ile mutlu
bir yuva kurabilse… 

Erkenden kalkan Hacı ali elinde kürek su bendinin yolunu tuttu. Bent boyunca
kenarlarda bir çok yaban bitkisi bendin önünü kapatmıştı Hacı ali bendi küreğin
kenarları ile temizleyerek gidiyordu. Havada sabah olmasına rağmen bungun bir
sıcaklık vardı Hacı ali’nin alnında terler birikmişti. Sıcağa aldırmayan Hacı
ali çalışmaya devam ediyordu. Nihayet suyun başına varınca bent temizlenmişti.
Suyu bende çeviren Hacı ali yorgun argın değirmene döndü. Değirmene gelince
Erhan’ın eşeğini bir ağaçta bağlı gördü. Demek ki Yukarı pınar köyünden Erhan
kendisini ziyarete gelmişti. Hatice kadın Erhan’ı görüp oğlu İsmail ile birlikte
evlerine davet etmişlerdi. Hacı ali arkadaşını görünce hasret ve hararetle
kucakladı. Hoşbeşten sonra birlikte oturdular. Tütün kesesini çıkaran hacı ali
ve arkadaşı birer sigara sarıp tüttürdüler. Hatice kadın 

-- Erhan abi ne oldu gittiniz mi Cemillere ne dediler diye sabırsızlanarak
sordu. 

--Gittik gitmesine de hayırlı haber yok vermiyorlar 

--Canım bir sefer vurma ile çam yıkılmaz kız evi naz evi oğlan evi dilenci evi
demiş atalar gideriz daha değil mi Erhan kardeş 

-- Elbette ben de öyle yapacağım 

--Öyle yap elbette ben pek sevdim Aysel’i sonuna kadar alıncaya kadar pes etmek
yok 

--Hayırlısı hanım hayırlısı hayır ise olsun yok değilse bizden uzak olsun. Hoş
beşten sonra Erhan izin isteyip değirmenden ayrıldı. Hacı ali Erhan gittikten
sonra değirmenin su bendinin başına varıp bir sigara sardı. Sardığı sigaradan
derin bir nefes çekip düşünmeye başladı. Bu değirmen ona babasından kalmıştı.
Taşlar dönmüş hep yokluk sıkıntı görmemişler hiç çaresiz olmamış borç harç her
istediğini almış, ama ilk kez oğlu için çaresiz kalmış oğlunun gönlündeki kızı
vermezlerse ne yapar. Oğlunun yüzüne nasıl bakar. Oğlum sen çok seviyorsun
anlıyorum ama unut sen çaresi yok vermiyorlar nasıl der sırf bu yüzden
İsmail’den habersiz Erhan’ı Cemil’in oraya dünür göndermiş, kızı istetmiş kızı
vermeden de İsmail’e haber vermeyecekti. Dalgın dalgın sigarasını çekerken
karşıdan gelen İsmail’i gördü yüreği acıyla doldu. Ya Aysel’i vermezlerse.
Hatice kadın bahçede yaban otları ayıklıyordu. Çiçekler yaban otlarının içinde
bakımsız kalmış. İyice temizledikten sonra bol su ile bir güzel çiçekleri
suladı. Güller, sümbüller nergisler capcanlı olmuştu. Ama Hatice kadın çok
dalgındı. Ne olurdu şu Erhan bu gün Aysel’den hayırlı bir haber getirseydi de,
oğlu İsmail’e müjdeler çekebilseydi.. Erhan eve dönünce onu hanımı karşıladı. 

--Nasıl bey söyleyebildin mi Aysel’i vermediklerini, üzülmüşlerdir değil mi 

--Bir şey demediler ama çok üzülmüşler bir daha gideceğiz hanım pes etmek yok. 

Erhan evlerine dünür geldikten sonra Aysel değişmişti. Mutluydu, neşeliydi yüzü
hep gülüyordu. Bu durum annesinin dikkatini çekmişti. Yine bir Cuma akşamı
Erhan ve hanımı Cemil’in evinin yolunu tuttu. Cemil ve ailesi gelen misafirleri
güler yüzle karşılayıp hoş beşten sonra evlerine buyur ettiler. İzzeti ikramdan
sonra dön dolaş yine dünürlük meselesine geldi. Cemil yine olmaz diyecek oldu.
Ancak Erhan 

--Komşum bir de Aysel ne der onun fikrini sordunuz mu belki onun gönlü vardır
dedi 

----Evet bir de Aysel’e sormalı neticede o evlenecek. Cemil bu konuşmadan sonra
bir şey diyemedi tabi evet de demedi. Aysel’e sorup cevap vermeye karar
verdiler. Tabi Erhan için bir daha dünür gelmek için kapı açık kalmıştı.
Umutlar tükenmemişti. Müsaade isteyip ayrıldılar Cemil’in evinden. 

--Bıktım hanım benim biricik kızım var bıraksınlar biraz sefasını süreyim 

--Allah’ın emri ama bey elden aldın ele vereceksin 

--Hanım bugün sende bir gariplik var. Eskiden böyle demiyordun 

--Bey bey bir de Aysel’e soralım o ne der 

--Bilmem sorsak mı 

--Ne demek sorsak mı ben soracağım belki bir sevdiği istediği vardır gönlünde 

--Sen bilirsin hanım sor istersen ben yatıyorum. Cemil odadan çıkınca hanımı
gençlik yıllarına gitti. 

Evlerine dünür geldiklerinde Cemil’den Cemil’i istiyor seviyordu fakat bir
türlü annesine söyleyemiyordu. Annesi sorsa hiç düşünmeden evet diyecekti.
Nihayet Annesi babası vermişlerdi Cemil’e dünyalar onun olmuştu. Kızların
kaderiydi fikirleri sorulmaz gönüllerine danışılmazdı. Sansı yaver gitmiş de
sevdiği saydığı Cemil’e eş olabilişti. Cemil asma altına indi uykusu kaçmıştı.
Bir sigara yaktı. Aysel geldi aklına doğduğu gün minnacıktı. İlk baba deyişi
geldi. İlk adımlarını attığı dün gibiydi. Birden ne zaman büyüdü bu kız diye
düşündü. Mehtaba baktı asmanın dallarının arasından yıldız ışıkları sızıyordu..
Ya Aysel İsmail’i istiyorsa onunla mutlu olacaksa. Evet sormak lazım diye
düşündü. 

Şayet istiyorsa Allah’ın emri .Ertesi sabah erkenden değirmenin yolunu tutan
Erhan bu günde müjdeli bir haber götürememenin sıkıntısı ile hüzünlüydü. Bir
kez daha gidelim diyecek Hacı ali’ye 

Olmazsa başka bir yere gidelim başka kapıda nasibimizi arayalım diyecekti. Her
zaman ki gibi Erhan’ı hacı ali elinde kürek ile karşıladı. İki arkadaş sarılıp
kucaklaştı. Hoş beş den sonra değirmene geçtiler. Hacı ali orada ne oldu yine
olmamış galiba dedi. Bir daha gideceğiz bu sefer de vermezlerse başka kapıda
nasibimizi arayacağız dedi. Nasipten ötesi olmaz dedi Hacı ali Erhan’da öyle
diyebildi. Eve geçtiler Hatice kadın çay demlemişti afiyetle iştiler. Erhan
izin isteyip ayrıldı değirmenden. 

--Ne olmuş bey yine mi ver memişler

--Yok hanım bu sefer değil ama bir daha gideceklermiş inşallah o zaman olacak 

--İnşallah bey inşallah. Bu konuşmadan sonra yeniden sabırsızlıkla gelecek yeni
haberi beklemeye başladılar. Bu arada annesi ve Aysel ayçiçeği tarlasına gittiler.
Ellerinde çapa ayçiçeklerinin yaban otlarını temizleyecekler. Tarlaya varır
varmaz hemen işe koyuldular serin havada çalışmak kolaydı. Birazdan güneş
tepelerine dikilince çaresiz gölgenin yolunu tutmak zorunda kalacaklardı. Aysel
bir ara ayçiçeklerine baktı hepsi de yönlerini güneşe doğru çevirmişlerdi.
Aşağıya doğru bakınca dere kenarındaki değirmeni gördü. Yanındaki evin
bacasından duman tütüyordu. Bir anda aklına İsmail geldi. Tatlı bir hayale
daldı. Tam bu sırada elleriyle terlerini silen annesi seslendi. 

--Kızım gel gölgede biraz serinleyelim. 

--Tamam anne 

-- Su testisini de al gel kızım 

--Geliyorum anne Su testisini omzuna koyan Aysel Koyu gölgeli ceviz ağacının
gölgesine doğru yürüdü. Annesi daha önce varmıştı gölgeye. 

-- Kızım gel şöyle dinlenelim 

--Evet anne iyice yorulduk. 

--Bak kızım eve dünürler çok gelmeye başladı hayır demekten yorulduk gönlünde
biri varsa çekinme söyle verelim seni. 

--Hayırdır anne usandınız mı benden 

--O nasıl söz kızım sen bizim biricik kızımızsın usanmak ne demek ama bu
Allah’ın emri 

-- evet anne Allah’ın emri yok gönlümde biri 

--Değirmencilerin oğlundan geliyorlar biliyorsun komşumuz Hacer kadınlar 

Değirmen deyince annesi Aysel yine düşlere daldı. Bu durum annesinin gözünden
kaçmadı. Bilir misin değirmencilerin oğlunu dedi 

--Bilirim anne diyebildi 

-- Verelim mi onlara seni deyince Aysel utanarak başını yere eğdi. Sessizce 

--siz bilirsiniz dedi. Annesi bu cevaptan anlamıştı anlayacağını Elif kadın gün
görmüş bir kadındı. Aysel’in gönlünün değirmencilerin oğlunda olduğunu
sezinlemişti. Daha fazla ısrar etmedi. Tekrar işe koyulan anne kız iş bitince
doğru evin yolunu tuttu. Cemil asma altında oturmuş dinleniyordu. Elif kadın
eşine 

--Aysel’in gönlü değirmencilerin oğluna kaymış galiba dedi cemil derin bir nefes
çekti sigarasından 

--Hakkımızda hayırlısı diyebildi. İsmail son günlerde aile içindeki
suskunluktan, yine Erhan’ın sık sık değirmene gelmesine bir anlam veremiyordu.
Yine bir sabah çıktı değirmenden dik patika yoldan yamaçlara doğru yürüdü.
Sararmaya tutmuş çimenlerin üstünde koyun sürüleri otluyordu. Karşıki tepeler
yeşil kırmızı ve sarı karışımı bir renge boyanmış sanki sonbaharı temsil
ediyordu. İleride bir çoban ateşinden dumanlar yükseliyordu. Bir kayanın üstünde
bir kertenkele kuşkulu gözlerle kendisine bakıyordu. İsmail yürümekten
yorulmuştu. Bir kayanın üstüne oturdu. Yerden bir kır çiçeği koparıp eline aldı
kokladı. Sanki Aysel’in kokusu bu kır çiçeğine sinmişti. Tatlı bir meltem
yüzünü usulca yalayıp karşıki ağacın dallarının arasından geçip gitti.
Tarlalarda çalışan köylülere baktı bazısı orak biçiyor. Bazısı ayçiçeği
tarlalarını çapalıyordu. Yorgunluğu biraz geçen İsmail geri dönüp değirmene
doğru yürümeye başladı.. Ayaklarının altında bastığı taşlar oynuyor bazı yamaç
yerlerde aşağı doğru yuvarlanıyordu. Ayağındaki çarıkların arasından parmakları
acıyordu. Hatta bu yüzden ayak parmakları kanlar içindeydi. Nihayet köprüye
gelince korkuluklara dayanıp suya baktı. Sanki suda Aysel’in aksini görür gibi
olmuştu. Hayallere dalıp gitti. Yine bir Cuma akşamı Erhan ve hanımı Cemil’in
kapısını çaldı. Cemil konuklarını taa kapıda karşıladı. Daha iyisi ev
sahiplerinin hepsinin yüzünde gülümseme vardı. Bu durumu hayra yoran Erhan
biraz umutlanmıştı. Hoş beşten sonra hatırlar soruldu ve mevzu esas konuya gelince
Cemil o kadar ısrar ettiniz ki hayır diyecek gücümüz kalmadı. Allah sonunu
hayır etsin verdim kızımı İsmail’e Allah mesut bahtiyar etsin dedi. Aysel odaya
girip önce konuklardan başlayarak herkesin elini öptü. Erhan Hacı alinin
göndermiş olduğu hediyeleri ev sahiplerine verdi. Aysel’in kaynatmış olduğu
kahveler afiyetle içildi. Ertesi gün Hacı ali ve eşi davet edildi. Erhan
müjdeyi vermek için daha fazla beklemeyeceğini söyleyip izin isteyip eşi ile
birlikte Cemil’in evinden ayrıldı. Evine varır varmaz damdan eşeğini birde
silahını alıp düştü yola. Dolunay bütün geceyi yırtmış sanki gündüzmüş gibi
aydınlatıyordu. Bu yüzden Erhan eşeğine zafer kazanmış komutan edasıyla
kurulmuş dehlemiş eşeğine değirmene doğru gidiyordu. Yapraklar yaz meltemiyle
hafiften sallanırken uzaklarda çoban köpeklerinin havlamaları duyuluyordu. Ara
sıra yanık bir çoban kavalı geceye ninni söyler gibiydi. Dar patika yoldan
çalılara sürterek giden Erhan’ın eşeği dinç ve çevik adımlarla yoluna devam
ediyordu. İlk kez Erhan değirmene mutlu ve gururlu gidiyordu. Çok sevdiği
arkadaşına müjdeyi verecek, onların ailece mutlu olmalarını sağlayacaktı. Bu
düşüncelerle yolun ne zaman bittiğini anlayamayan Erhan bir anda kendisini
değirmenin karşısında buldu. Hacı ali henüz yatmamış değirmenin önünde bir
kütüğün üstüne oturmuş bir sigara sarmış onu içiyordu. Karşıdan birinin
geldiğini gördü. Bunun Erhan olduğunu anlayınca o yaşlı adam heyecandan yerinde
duramaz olmuştu. Bir anda evinin yolunu tutup eşini uyandırdı ve Erhan’ın
geldiğini söyledi. Erhan yanına gelince eşeğinin yularını tutup eşekten
inmesine yardımcı oldu. 

--Hayırdır oldu bu sefer galiba 

--Müjdemi isterim Hacı ali bu iş tamam sözü aldım yarın Cemil sizi bekliyor söz
için dedi. Hacı ali o kadar mutlu olmuştu ki bu habere nerdeyse yaşına başına
bakmadan oynayacaktı. Erhan’ı eve buyur ederek müjdeyi Hatice kadına verdiler.
Hatice kadın sevinçten nerdeyse ağlayacaktı. Şaşırmış ne dediğini bilmez halde
oldu demek verdiler mi gibi kelimeleri art arda sıralıyordu. Bu arada Erhan
Aysel kızın parmak ölçüsünü almayı ihmal etmemişti . Erhan yarın kasabaya
gidileceğini bu yüzden iyice dinlenmeleri gerektiğini söyleyerek geldiği gibi
gitti. Ne Hacı ali’ye ne de Hatice kadına uyku tutmuyordu. Nerdeyse bütün
dertleri tükenmiş sanki cennetlik olduklarına dair bir müjde almışlardı. Yine de
yataklarına yatıp uyumaya çalıştılar. Tabi İsmail’in bunlardan haberi yok derin
bir uykuya dalmıştı. Aysel Erhan ve eşi evlerinden gittikten sonra yatmak için
odasına gitti. O kadar mutlu olmuştu ki anlatamazdı. Rüyalarına giren,
düşlerini süsleyen İsmail ile sözlenmişti. Değirmeni düşündü orayı bir cennet
haline getirecek eşinin mutlu olması için her şeyi yapacaktı. Pembe düşler ve
mutlulukla Aysel tatlı bir uykuya daldı. O sabah İsmail uyanınca yastığının
üstünde bir mendil gördü. Bu mendili sanki bir yerden anımsıyordu. Evet bu
mendil daha önce bulup Aysel’e verdiği mendilin ta kendisi idi. Ama nasıl olur
bu mendil buraya nasıl gelmişti. Yoksa Aysel’i istemişler de Aysel bu mendili
söz için mi kendisine göndermişti. Doğru annesinin yanına gidip mendili
gösterdi. Annesi gülümser bir şekilde. 

--Evet oğul Aysel ile sana söz kestik dedi İsmail ne diyeceğini bilemedi.
Mutluluktan uçacak gibi oldu. Sanki dünyalar onun olmuştu. Annesinin elini
öptü. Sizin hakkınızı nasıl öderim dedi. O gün değirmen olağanüstü bir mutluluk
yaşıyordu. Sanki insanların üzerinde ölü toprağı varmışta kalkmış gibi. İsmail
kuş gibi hafiflemiş muradına ermenin hazzını yaşıyordu. Hacı ali ve hanımı
İsmail’i de yanlarına alıp hazırlanıp hemen kasabaya gitmek için yola çıktılar.


Akşama söz kesilecekti. Onun için Aysel’e ve ailesine hediyeler almak
gerekiyordu. Hacı ali bu gün para harcamaya kıymayacak borç harç tek
çocuklarının mutluluğu için tüm imkanlarını seferber edecekti. Kasabaya varınca
Hacı ali doğruca sarraf dükkanının yolunu tuttu. Akşam Erhan’ın almış olduğu
ölçüye göre güzel bir yüzük beğendiler Aysel kıza. Yine İsmail’ e de parmağına
yakışan bir söz yüzüğü alarak oradan bezirgan dükkanının yolunu tuttular.
Sarraftan başkaca altın almadılar çünkü daha önce Hatice kadın bu günler için
hacı aliye altın aldırmıştı. Bezirgan dükkanında öncelikle Aysel kız için
basmasından pazeninden ve ipeklisinden ne gerekiyorsa aldılar yine Cemil ve
hanımına ve Erhan ve hanımına da hediyeler alarak değirmenin yolunu tuttular.
Aysel içi içine sığmadan akşam hazırlığı için annesine yardım ediyordu. Yine
Elif kadın da yardım için Zehra kadınlara yardıma gelmişti. Akşam gelecek
misafirleri en iyi şekilde ağırlamak istiyorlardı. Sandıktan yeni elbiseler
çıkarılmış. Ev dip bucak temizlenmiş Her şey bayram havasında hazırlanmış.
Akşama gelecek misafirler beklenmeye başlanmıştı. Kasabadan dönen Hacı ali ve
ailesi yorgunluk bilmeden akşam için hazırlanıyorlardı. Onlarda en yeni
elbiselerini giyerek köyün yolunu tutmuşlardı. Sevinç ve heyecan işçindeydiler.
Bu yüzden yolun ne kadar çabuk geçtiğini bilmeden köye geldiler. Köye girince
söz haberini duyan köylüler yolda Hacı ali ve ailesini sevinçle karşılayıp
tebrik ettiler. Hacı alide tebrikleri kabul edip tanıdık tanımadık herkesle
hasbihal ediyordu. Nihayet Cemil’in evine gelmişlerdi. Ev sahibi misafirlerini
kapıda karşılayıp buyur etti. Hanımlar bir odaya erkekler başka odaya geçtiler.
Aysel sıra ile tek tek herkesin elini öptü. Hatice kadın getirdiği hediyeleri
dünürlerine sundu. Gelenek ve göreneklere söz yüzüğü Aysel’in parmağına
takıldı. Yenilip içildi. Sohbet edip eğlenceler yapıldı. Herkes mutlu mesut
geleceğe umutla bakıyordu. Zaman su gibi akıp geçti. Dünürlerine veda eden Hacı
ali ve eşi cemillere veda edip oradan ayrıldılar. Cemil ve ailesi dünürlerini
kapıya kadar uğurladı. Onlarda iadeyi ziyaret için kendilerini beklediklerini
söyleyip yola çıktılar. Geceyi dolunay öylesine aydınlatıyordu ki sanki sabahın
ilk saatleri gibi aydınlık ve loşluk vardı. Karşı yamaçlardan yanık bir çoban
kavalı geceye karışıp gidiyordu. Değirmene yaklaşıldıkça derenin suları
buralardan duyuluyordu. Gökteki yıldızlar ışıl ışıl parlıyordu. İki yolcu mutlu
mesut yola devam ediyordu. Sessizliği Hacı ali bozdu. 

--Ne dersin hanım İsmail çok sevindi. Değil mi 

--Çok bey gerçekten çok sevindi. Hele birde sabah Aysel’in mendilini görünce
şaşkınlıktan küçük dilini yutacak sandım. Allah sonunu hayır etsin bey. 

--İnşallah hanım inşallah sonu hayır eder. 

Parlak ve sakin bir gece vardı. Değirmene vardıklarında İsmail henüz
yatmamıştı. Oturma odasında radyo dinliyordu. Anne ve babası gelince doğru
odasına çekildi. Yatağına uzanıp düşünmeye başlamıştı. Pencereden ayın ışığı
süzülüyor odaya loş bir aydınlık yayıyordu. İsmail mutluydu. Düşlerinin sahibi
Aysel ile sözlenmiş hayalleri gerçek olmuştu. Bu değirmende annesi babası bir
de Aysel mutlu ve mesut bir hayat yaşayacaklardı. Çok çalışacak değirmenin
yanındaki tarlaları işleyecek çok para kazanıp Aysel ve doğan çocuklarına iyi
bakacaktı. Bu düşüncelerle tatlı bir uykuya daldı İsmail. Aysel de mutluydu en
azından annesi babası istemediği birine vermemişlerdi. Hoş İsmail yakışıklı
tatlı bir insandı. O da değirmeni düşündü. Su boldu dere kıyısındaki toprakları
ekip işlemek ürün almak kolaydı. Çalışırdı eriyle birlikte sırt sırta
verdiler mi aşamayacakları engel yoktu. Oda daha fazla dayanamayıp tatlı bir
uykuya daldı. Sabah erken kalkan Hatice kadın akşam için hazırlık yapmaya
başladı. Çabucak kahvaltıyı hazırlayıp sofrayı kurdu. Hacı ali ve İsmail
kuruldular sofraya Hacı ali 

--Nasılsın oğul mutlusun ya! Bitti sanırım sıkıntın. İsmail utanarak önüne
baktı. Annesi imdadına yetişti. 

--Utandırma oğlumu bey sevmiş çocuk Aysel gelinim sevilmeyecek kız mı maşallahı
var pek de hamarat hele bir düğünü yapalım salınıversin evimde dünyalar benim
olur bey. 

--İnşallah o günleri de görürüz hanım gerçekten çok sevdim bende gelinimizi.
Böyle konuşmalarla kahvaltı sürüp gitti. Dışardan gelen sesler birden
kalkmalarına sebep oldu. Gelenler Erhan ve hanımı idi. Akşam hazırlığı için
yardıma gelmişlerdi. Hoş beşten sonra buyur ettiler. Yeni demlenen çaydan ikram
ettiler misafirlere. Hacı ali akşama kalabalık olur mu diye sordu. Erhan’a o da 

--Sanırım bayağı kalabalık olur bilirsin buralarda çok severler sizi dedi. El
birliği ile ağırlarız dedi Erhan –Ne olacak akşama kadar hazırlarız. Ne olacak
yani. 

--Evet hazırlarız tabi. Biz ne güne duruyoruz. Böyle hayırlı bir iş için
yorulmaya değer. 

--Hazırlarız elbet keşke her telaş böyle tatlı olsa. Hacı ali ve Erhan birer
sigara sarıp çıktılar dışarıya kadınlar başladılar hazırlıklara. İsmail
değirmene yardım için gitti. Herkes işin bir ucundan tutup başladılar
çalışmaya. Vakit çabuk geçiyordu. Cemil ve ailesi münasip komşularını çağırmış
akşam için. İkindiden sonra düştüler değirmenin yoluna. Belki yıllardan sonra
dar patika yol ilk kez bu kadar yolcuyu misafir ediyordu. Köylüler kendi
aralarında gelişi güzel sohbet ederek yollarına devam ediyorlardı. Hacı ali ve
arkadaşı Erhan ağaç kütüklerini dizdiler. Üzerine düz kalaslar yerleştirerek gelen
misafirler için oturma yerleri oluşturdular. Gelen kadınlı erkekleri
misafirleri en iyi şekilde ağırlamak istiyorlardı. Kadınlar evin içinde
ağırlanırken erkekler bahçede açık havada düzenlenen oturma yerlerinde
ağırlanacaktı. Mevsim yaz olduğu için böyle uygundu. Yine ay ışığı da bu törene
ışığı ile eşlik edecekti. Nihayet beklenen misafirler değirmene geldiler. Gelen
misafirleri ayakta karşılayan Hacı ali hepsiyle tek tek ilgilenip yer gösterdi.
İsmail gelenlerin hepsinin elini öptü. Gelen misafirlere çaylar ikram edildi.
Mevsimine göre çeşitli meyveler tabaklara konularak ikram edildi. Her şey çok
güzeldi. Kadınlar evin içinde erkekler dışarıda çeşitli sohbetlerle zamanın
nasıl geçtiğini anlamadılar bile. Nihayet izin isteyip köye doğru yola çıktılar.
Değirmende herkeste tatlı bir yorgunluk Erhan en son izin eşiyle birlikte izin
isteyip yola çıktı. Her şeyi ertesi gün toplamak üzere herkes yatmaya gitti.
akşamdan beri çeşit çeşit konuşmalara sahne olan değirmen yine sessizliğe
büründü. Tüm haşmetiyle gece gelip değirmenin üstüne çökmüştü. Hacı ali söz
yapıldıktan sonra hemen değirmenin yanına temel kazdırarak İsmail ve Aysel için
yeni bir ev yaptırmaya başladı. İsmail de değişmiş eski işe güce bulaşmayan
çocuk her işe koşar çalışır olmuştu. Sabah erken kalkıyor değirmenin bendine su
çeviriyor. Değirmene gelen köylülerin tahıllarını öğütüyor. Babasına inşaatta
yardım ediyordu. Sanki eski haylaz avare çocuk gitmiş çalışkan işini bilen
İsmail gelmişti. Köyden gelen ustalar ev inşaatını çok çabuk yapmışlardı. Bu
arada Aysel düğün için çeyiz hazırlıyordu. Zaman değirmenin taşları gibi hızla
dönüyor insanların ömürlerini öğütüyordu. Nihayet kararlaştırılan gün gelmiş
düğün için zaman dolmuştu. Sakin sessiz değirmen yapılacak düğün ile
şenlenecekti. Düğünü çalmak için kasabadan kiralanan çalgı ekibi gelmişti.
Köylüler sabahtan değirmenin yolunu tutuyorlardı. Düğüne sadece köyden değil
kasabadan hatta başka köylerden de insanlar gelmiş Hacı ali hepsinin önüne
sofra sermiş hepsinin karnını doyuruyordu. Çalgı ekibi çeşitli oyun havaları
çalıyor. Yörenin gençleri de coşku ile oyunlar oynuyorlardı. Bu oyunlara İsmail
de zaman zaman katılıyordu. Hatta bazen hacı ali de dayanamayıp oynuyordu. Yine
köyde Cemil’in evinde toplanan kadınlar kadınların çaldıkları bakır kabın önünde
oynuyorlardı. Bu sevinçli günde Aysel’i yalnız bırakmıyorlardı. Mutlu bir düğün
hem değirmende hem köyde kutlanıyor. Bu iki gencin mutluluğu için dualar
ediliyordu. Nihayet davullar çalarak al bir atla köye gelen oğlan ekibi
Cemil’in evine geldiler. Köyün gençleri davul zurna önünde oynayarak oğlan
evinden isteklerde bulunarak düğüne neşe katıyorlardı. Hacı ali her türlü
isteği yerine getiriyor hayır demiyordu. Nihayet gelinlikler içinde Aysel ata
bindirilerek ömrünü yaşayacağı değirmene yola dualarla çıkarıldı. Düğün alayı
coşkulu çalgıların eşliğinde değirmene doğru yola çıktı. Yol boyunca gençler
düğün ekibini durdurarak oyun oynuyorlardı. En sonunda değirmene gelen düğün
alayı yolunu bir ip ile gençler kesmişti. Hacı ali bu gençlerde para vererek gönüllerini
almıştı. Davullar zurnalar değirmende coşku ile çalıyor. Bu mutlu günü en içten
ve en coşkulu biçimde kutluyorlardı. İsmail gerdek odasında heyecanla Aysel’i
bekliyor onu görmek için heyecanla bekliyordu. Yine atın üzerinde Aysel
gelinlik içinde bu mutlu günü İsmail’i ve değirmende geçireceği mutlu günleri
düşünüyor. İsmail’i görmek için heyecanla bekliyordu . Zaman geçmek bilmese de
ne kadar uzun olsa da saatler sonunda vakit geldi. Dualarla Aysel kızı gerdek
odasına koyup gittiler adet olduğu üzere akşam namazından sonra İsmail ve
arkadaşları İsmail’e eşlik ederek değirmene kadar getirdiler. Hoca dua ederek
gerdek odasının önüne geldiler. Tam kapıya gelince arkadaşlarının yumruğu
altında İsmail odaya girdi. Heyecan içinde Aysel’in duvağını açtı. Yüz
görümlüğü olarak dededen kalan bir beşibiryerde taktı ve evine hoş geldin
Aysel hanım dedi. Abdest alarak iki rekat şükür namazı kıldı. Yine Aysel’de
şükür namazı kıldıktan sonra bu günü gösterdiği için yüce Allaha dua ettiler.
Birbirlerinin yüzüne utanarak baktılar. İlk konuşan Aysel oldu. 

--Kaydırmaya balık düşüyor mu hala 

--Kaydırmaya değil de benim gönlüme sen düştün 

--Gerçekten çok mu seviyorsun beni 

--ne demek ölümüne sensiz yaşayamazdım inan 

--Bende seni İsmail inan bende sensiz yaşayamazdım. 

Bu konuşmalardan sonra İsmail ve Aysel birbirlerine sarılarak bir yastığa baş
koydular. Gelecekteki hayatlarının mutluluğu için ilk adımı attılar. Evren
güneşli bir güne daha merhaba derken değirmenin yanındaki derede balıklar
oynaşıyordu. Değirmenin yanındaki beyaz boyalı kırmızı kiremitli evin çatısında
bir leylek yuvasını yapmanın telaşıyla çalışıyordu. İsmail uykusundan gerinerek
uyandı. Yanında yatan sevgili eşine baktı ne kadar mesuttu. Eşi ne kadar güzel
uyuyordu. İnsan böyle bir anı bir ömür seyretse yine de doyamazdı. İsmail kalktı
giyindi. Küreği eline alıp doğru suyun çevrildiği yere gitti. Ayağında babasının
çizmeleri vardı. Hızlı adımlar atarak bendin yanına vardı. Hava sıcak olduğu
için alnında terler birikmişti. Önünde ki çalıdan bir serçe mutluluk dolu
ötüşüyle uçup gitti. Aysel gelin kalktı giyindi elini yüzünü yıkadı.
Doğruca kayınbabasının oturduğu eve gitti. Hatice kadın kalkmış mutfakta
kahvaltı hazırlıyordu. Hacı ali oturma odasında tütün kesesinden bir sigara
sarmış onu içiyordu. Her zaman ki gibi oda duman içindeydi. Aysel önce Hacı

alinin sonra Hatice kadının elini öptü. 

--Nasıl iyi uyudun mu güzel kızım dedi Hatice kadın. Aysel mutlu bir ifadeyle 

--Evet anne gerçekten çok güzel uyumuşum burası cennet gibi bir yer
dedi.

dışarıdan İsmail’in sesi duyuldu. 

--Anne ne kaynatıyorsunuz anne kız dedi. 

--Ne kaynatacağız şunun şuarasında oğul tabi ki çay kaynatıyoruz dedi. İsmail
selam vererek babasının yanına oturdu. Radyoda sabah haberleri yayınlanıyordu.
Spiker 2,ci dünya savaşının bittiğini söylüyordu. Bu haber günün en güzel
müjdesi olmuştu. Demek savaş bitmiş artık insanlar birbirlerini öldürmeyecekti.
Daha önce Japonya’ya atılan atom bombasını radyodan duymuştular. Yüzbinlerce
insanı öldürmüş şehirleri yerle bir etmiş bir o kadarını da sakat bırakmıştı.
Savaşı anlamıyordu İsmail hiç sebep yokken hiç görmediğin tanımadığın insanı
düşman oluyorsun onu öldürüyorsun ya da o seni öldürüyor. Hele savaş yüzünden
evsiz yiyeceksiz kalan insanlar hele anasız babasız kalan çocuklar ne günahları
var ki bu duruma düşüyorlar. Kahvaltıdan sonra İsmail izin isteyip Aysel’i
çevreyi gezdirmek istediğini söyledi. Sonra iki sevgili el ele tutuşup dere
boyunca yürümeye başladılar. Gökte sıra sıra turnalar garip şekiller çizerek
uçuyorlardı. Yine karşıda derede oynaşan balıkları seyretmeye başladılar. 

--Buralar çok güzel dedi Aysel 

--Evet dedi İsmail çok severim buraları çocukluğum buralarda geçti. Sonra geniş
bir düzlüğe geldiler. 

--Burası kimin 

--Bizim 

--Ne kadar geniş ve güzel buraya ne güzel bir bahçe yapılır 

--Hiç düşünmedik 

--Bundan sonra düşüneceğiz. Böyle sulak ve verimli arazi boş bırakılır mı. 

--Bilmem biz şimdiye kadar hiç ekmedik burayı. 

--Demek ki bundan sonra temizleyip ekeceğiz. Bu konuşmalarla yürüyen iki sevgili
bir böğürtlen kümesi yanında durdu. Olgun böğürtlenleri koparıp yemeye
başladılar. Elleri boya olmuştu. Derede ellerini yıkadılar sonra bir kenara
oturdular. Aysel yerden bir papatya kopardı tek tek çiçeklerini yolmaya
başladı. Sonra 

--Yaşasın seviyor çıktı dedi. İsmail sadece gülümsedi ve 

--Sevmiyorum ölümüne seviyorum dedi. Sen olmasaydın ben yaşayamazdım dedi. 

--Aysel bende dedi yaşayamazdım sensiz. İki sevgili mavi gökyüzünde beyaz
bulutları seyre daldılar. Böyle ne kadar zaman geçti bilinmez kalktılar
değirmene doğru yürüdüler. Değirmene tahıl öğütmek için köylüler gelmişti.
Değirmenin taşları yine dönüyordu. Hatice kadın onları görünce 

--Geldiniz mi dedi, acıkmıştınız sofra hazır buyurun karnınızı doyurun dedi.
İki sevgili oturup bir güzel karınlarını doyurdular ve evlerine çekildiler.
Hacı ali mutluluktan sanki gençleşmiş daha dinçleşmişti eskisinden daha fazla
çalışıyor. Eskisi gibi yorulmuyordu. Oğlu İsmail muradına ermiş çok sevdiği
Aysel gelinleri olmuştu. Hatice kadın da evin mutfağının bütün işini yapmaya
çalışıyor. Güzel gelinini 

Çalıştırmak istemiyor. Ona kıyamıyordu. Yine bir gün Aysel ile İsmail birlikte
gezmeye çıkmışlar. Bir yaz yağmuruna tutulmuşlardı. Sık dallı bir ceviz
ağacının altına sığınmışlar. Birbirlerine sokulmuşlardı. Bir güzel
ıslanmalarına rağmen mutluydular. Çünkü birlikteydiler. Yağmur damlaları ceviz
ağacının yapraklarından süzülüyordu. Çimenlerin üstünde birer inci tanesi gibi
su damlaları güneşin ışıklarını yansıtıyordu. İki sevgili sokulmuşlar
birbirlerine ısınmaya çalışıyorlardı. Birden karşı yamaçlarda bir keskin ışık
belirdi. Sonrada güçlü bir gök gürültüsü Aysel biraz daha eşine sokuldu. O anda
İsmail dünyanın en mutlu insanıydı. Bu şekilde ölse bile gözü açık gitmezdi.
Yağmur yavaş yavaş düşmeye başlamıştı. Biraz sonrada yağmur dinmişti. Ama hala
küçük su birikintileri dereye doğru akıyordu. Derenin suları çamurlu bir renge
bürünmüştü. İki sevgili çamurlu yollarda birbirine dayanarak yürüyorlardı.
Çarıklarının içinde ayakları çamur olmuştu. Değirmene varınca doğruca evlerine
gittiler çabucak ıslak elbiselerini çıkarıp pijamalarını giydiler. Islanmanın
ve yorgunluğun etkisi ile yataklarına girip birbirlerine sokuldular deliksiz
bir uykuya daldılar. Hacı ali ve eşi evlerindeydi. Hatice kadın çıkrığı kurmuş
yün eğiriyordu. Hacı ali hanımına seslendi. 

--Bu ipleri kim için eğiriyorsun diye sordu. 

--Kime olacak torunum için deyince Hacı ali demek evimizde çocuk sesleri
duyulacak. Mutluğumuz bir kat daha artacak dedi. Dışarıda ayın mehtabı
pencereden odaya doluyor loş bir aydınlık odayı dolduruyordu. Radyoda yanık bir
gurbet türküsü çalıyordu. Derede sular sanki uykuya dalmış gibi sessizce
akıyordu. Gece evreni tamamen kaplamıştı. Karı koca yataklarını serip derin bir
uykuya daldı. O sabah İsmail erkenden su arkını çevirip değirmene geldi. Bu işleri
artık babasına yaptırmıyordu. Hemen hemen değirmendeki bütün işleri çekip
çeviriyordu. Hacı ali’de çok müşteri gelince yardım ediyor. İşler yolunda zaman
akıp gidiyordu. Hatice kadın gelinini adeta korumaya almış torunu bir zarar
görür diye gelininin elini sıcak sudan soğuk suya değdirmiyordu. Aysel bir şey
istese aşerir diye nerden nereden bulup getiriyorlar sofralarına koyuyorlardı.
Biraz güneş yükselince karşıdan cemil ve hanımı yolda görünmüşlerdi.
Eşeklerinde tahıl yüklü olarak değirmene gelmişlerdi. Hem tahılları öğütecekler
hem de kızları ve dünürleri ile hasret gidereceklerdi. İsmail babasını ve
annesini görünce hemen eve koşup ev halkına haber verdi. Hep birlikte
dünürlerini karşılamaya çıktılar. Hasret ve sevgiyle birbirlerini karşılayıp
eve davet ettiler. Belki bu gün Aysel dünyanın en mutlu insanıydı. Bütün
sevdikleri yanındaydı. Çaylar demlendi. Sofralar atıldı. Dünürler en güzel bir
şekilde ağırlandı. Değirmen en mutlu günlerinden birini geçirmişti. Erkekler
değirmende tahılları öğütürken kadınlarda evde kendi aralarında sohbete
başlamışlardı. Bu arada Hatice kadın misafirleri için bazlama ve börek açmıştı.
Değirmenin taşları dönüyor tahıl kurnasından tahıllar dökülüyor. Un kurnasından
unlar tekneye doluyor. Hacı ali elinde ölçeği ile unları çuvala dolduruyordu.
İsmail tahıl çuvallarını taşıyıp boşaltıyor. Un çuvallarını taşıyordu. Nihayet
Hatice kadın buyurun yemek hazır diye seslendi. Değirmeni durdurup ellerini
yüzlerini yıkayıp doğruca eve girdiler. Atılan sofraya kurulup karınlarını
doyurdular. Yemek yendikten sonra ellerini yıkayıp Hacı ali ve Cemil birer
sigara yakıp karşılıklı tüttürdüler. Bu arada demlenen çayı hep birlikte
içtiler. Yemekten sonra tekrar değirmene gidip taşları yeniden döndürmeye
başladılar. Hacı ali serpmesini alıp dereye indi misafirleri için balık tutmak
istiyordu. Bu işte de bayağı usta idi. Çok kısa zamanda torbası balıklarla dolu
olarak değirmene döndü. Balık torbasını gören Cemil dünürüne seslendi. 

--Bu ne bereket dünür derede balık bırakmamışsın 

--Olur mu hiç herkes nasibine bunlarda sizin kısmetiniz deyip balıkları
dünürüne teslim etti. Vakit bayağı geç olmuştu. Dünürleri köye gitmek için yola
çıktılar. Hacı ali ve ailesi dünürlerini yolun başına kadar uğurladılar.
Değirmende bir gün daha geçmişti. Güneş tepelerin ardına saklanmış. Akşam
olmuştu. Sular kararmaya yüz tutmuş, gece kuşları ötmeye başlamıştı. Güzel bir
sonbahar sabahı beyaz badanalı kırmızı kiremitli evin bahçesine yapraklar
dolmuştu. Aysel üşenmeyip bu yaprakları temizledi. Güllerin dibini açtı. Önümüzdeki
bahara açarlar diye düşündü. Bir güzel suladı. Sonra evine girdi. Elinde yün ve
tığ ile güzel bir patik örmeye başladı. Ara sıra büyüyen karnını okşuyor. Eve
gelecek misafirin gelmesini sabırsızlıkla bekliyordu. Normalinden büyük karnı
kendisini şaşırtmıyor değildi. Doğumuna daha zaman olmasına rağmen karnı iyice
büyüktü. Hacı ali gelinin canı sıkılmasın diye radyoyu onlara vermişti. Aysel
radyoyu açtı. Güzel bir uzun hava çalıyordu. Aysel radyoya uyarak ayaklarıyla
ritim tutarak türküyü dinledi. Vakit öğleyi geçmişti. Mutfağa geçip güzelce bir
çorba pişirdi yanında salata yaptı. Ve anne babasını davet etti. Hep birlikte
kurulup sofraya bir güzel öğle yemeğini yediler. Yemekten sonra demli çaylarını
yudumlayarak sohbet etmeye başladılar. Hatice kadın 

--Yemek çok güzel olmuş kızım ama bir daha kendini yormak yok bundan sonra
yemekleri ben yaparım bebemize bir zarar gelmesin dedi. 

--Aysel olur anne dedi sadece. Yemekten sonra herkes işinin başına geçti. Evde
gelin ve annesi kaldı. İsmail değirmene gelen müşterilerin tahıllarını öğütüyor
babası da ona yardım ediyordu. Son zamanlarda değirmen hiç boş kalmıyor.
Mutlaka yakın köylerden tahıl öğütmek için birkaç köylü değirmene geliyordu.
Hacı ali ve İsmail itina ile gelen tahılları öğütüp hakkınca haklarını alıyorlardı.
Elleri bollaşmış bereketleri artmıştı. Değirmende müşteri kalmayınca
değirmeni durdurup temizliğini yaptıktan sonra evlerinin yolunu tuttular.
Sonbahar rüzgarları delicesine esmeye başlamıştı. Göçmen kuşları geldikleri
gibi yine sıcak yurtlara göç etmiş. Evreni sessizlik kaplamıştı. Derenin suları
azalmış. Ağaçların yapraklarının rengi kırmızıya boyanmıştı. Yine ağaç dipleri
yapraklarla dolmuştu. Değirmende sakinde eskisi gibi çok müşteri gelmiyordu.
Çünkü hasat mevsimi bitmişti. O sabah radyoda cumhurbaşkanı çok partili hayata
geçileceğinin müjdesini veriyordu. Çok partili rejim tek parti rejimi pek
anlamı bilinmeyen kelimeler. Demokrasi için daha iyi olacakmış. Rüzgarlar
yaprakları alıp götürüyor uzaklara bırakıyordu. Güneş ışıkları eskisi gibi
ısıtmıyor. Havalar yavaş yavaş soğuyordu. Sanki kışın habercisi gibi… 

Yine sonbahar yağmurları yağıyor bozkıra dönmüş çimenler ıslanıyordu. Sis
bulutları arasındaki tepeler ressamlara ilham olmak için bekliyorlardı.
Aysel’in karnı iyice büyümüş günü dolmaya yaklaşmıştı. Hatice kadın gelinini
hiç yalnız bırakmıyor. Yanından hiç ayrılmıyordu. İsmail yine değirmende babası
ile birlikte günlük rutin işleri yapıyordu. Zaman böyle geçip giderken yine
değirmene Erhan çıkageldi. Eşeği yine boştu. Hoş beş ettiler sofralarına buyur
edip karnını bir güzel doyurdular. Sormadan sual etmeden eşeğine un çuvallarını
yükleyip yolcu ettiler. Erhan mutlu mesut köye dönerken güzel bir türkü
tutturmuş söylüyordu. Bu arada Aysel gelinin sancıları başlamış Hatice kadın İsmail’i
köye ebe kadını çağırmak için göndermişti. Ahırdan atı çıkaran İsmail
doludizgin köyün yolunu tutmuş bir solukta ebe kadının evine varmıştı. Ebe
kadın Aysel ile ilgili bazı bilgiler sormuş ve hazırlanıp yola çıkmıştı. İsmail
ebe kadını ata bindirmiş kendisi atın yularını çekerek değirmene doğru yola
çıkmışlardı. Hacı ali heyecandan yerinde duramıyor sigara üstüne sigara
yakıyordu. Hatice kadın doğum için sıcak su hazırlıyor. Yine temiz bezler
ayarlıyordu. Aysel yatıyor zaman zaman sancılarla inliyordu. Nihayet beklenen
yolcular ebe kadın ve İsmail değirmene geldiler. İsmail ebe kadını yüksek bir
ta<ş üstünde indirerek atı ahıra bağlamak üzere gitti. Ebe kadın doğru
Aysel’in bulunduğu eve gitti. Ebe kadını kapıda Hatice kadın karşıladı. Hiç
vakit kaybetmeden Aysel’in yanına giden ebe kadın eliyle Aysel’in karnına
yokladı. 

–Vakit dolmuş dedi. Hazırlıkları kontrol etti. Bu arada Aysel’in ağrıları iyice
sıklaşmıştı. İsmail babasının yanına varınca alnından terler boşanmıştı. O da
heyecan la beklemeye başladı. Zaman sanki durmuş geçmek bilmiyordu. Doğum
sancıları iyice artan Aysel’i ebe kadın doğum için hazırlamaya başladı hemen
hemen her şey hazırdı. Sıcak su, bezle her şey doğum için hazırdı. Bu yöre deki
bütün doğumlarda bulunan ebe kadın mahir bir doktor edasıyla olaya hakimdi.
Örtünün altından bir erkek çocuğunu çıkardı. Hatice kadın ne güzel erkek çocuk
dedi. Ebe kadın daha dur bitmedi bir tane daha var dedi. Elindeki çocuğun göbek
bağını kesip kıçına vurdu. O ağlayınca kundaklaması için Hatice kadının
kucağına verdi. Sonra örtünün altından bir bebek daha çıkarıp onun da göbek
bağını kesip kıçına vurdu. Ağlayınca kendi eliyle kundaklayıp odadan müjde için
çıktı. Kapıda heyecan ile bekleyen Hacı ali ve İsmail’e müjdeler olsun nur topu
gibi iki erkek çocuğunuz oldu dedi. Hacı ali hemen elini kuşağındaki keseye
atıp bir altın lira çıkarıp ebe kadına verdi. İsmail 

--Görebilir miyim dedi. 

--Tabi oğul görebilirsin, ikisi de aslan gibi maşallah. 

Bebeleri gören İsmail bezler içinde kundaklanmış yavrularını alıp dikkatle
baktı. 

--Hiç bize benzemiyorlar dedi. Annesi 

--Daha belli olmaz. Zamanla çok değişir onlar dedi. İsmail dışarı çıkıp
getirdiği gibi ebe kadını evine kadar geri götürdü. Köye varınca kayınbabasının
evine varıp onlara da müjdeyi verdi. Atına atlayan İsmail akşam karanlığına
aldırmadan yola düştü. Yolda Allah’a dualar ediyordu. Çok sevdiği eşi dünya
tatlısı iki erkek çocuk doğurmuştu. Hava soğuktu sevinçten ve heyecandan İsmail
üşümüyordu. İnce patika yoldan atıyla beraber ne zaman geçtiğini fark etmeden
kendini değirmenin önünde buldu. Hemen atı ahıra bavlıyarak eve koştu. Bebekler
için bir beşik yapılmıştı. Diğeri annesinin kucağında uyuyordu. Hatice kadın
yorgun olan gelinin kucağından bebeyi alıp kendi kucağında uyutmaya başladı. Ev
düğün evi gibi mutlu ve sevinçliydi. Hacı ali 

--Sağ salim vardı mı ebe kadın evine 

--Tabi baba 

--Babanlara haber ettin mi 

--Evet baba çok sevindiler yakında gelecekler 

--gelsinler elbet bu mutlu günde mutluluğumuzu onlarda paylaşsın. Bu
konuşmalardan sonra hacı ali ve eşi yorgun olan gelinini ve oğlunu dinlenmeleri
için evlerine gittiler. İkisi de çok mutluydular. İsmail eşinin yanağına bir
buse kondurdu. 

--Biliyor musun dünyanın en mutlu insan ben oldum bu gün dedi. Eşi 

--Bende çok mutluyum ben de şunlara bak ne kadar tatlılar dedi. Bu
konuşmalardan sonra ikisi de yattılar. Ne kadar uydular bilinmez bir bebek
ağlaması uyandırdı. Onları sonra öteki bebekte ağlamaya başladı. Aysel ikisinin
de altını temizledi. Karınlarını doyurup yeniden uyuttu. İsmail de yardım etti.
İkisi de tekrar uykuya daldılar. Gece boyunca bebeler birkaç kez uyandırdı
onları. Onlarda seve seve onların ihtiyaçlarını giderdiler. Sabah Hatice kadın
elinde kahvaltı tepsisi ve çaydanlıkla çaldı kapılarını İsmail çoktan
kalkmıştı. Aysel 

--Niye zahmet ettin anne dedi. Hatice kadın 

--Ne zahmeti kızım sen bize iki tane aslan gibi torun verdin ne zahmeti dedi.
Hacı ali de gelince birlikte kahvaltıyı ettiler. İsmail daha önce kasabadan
getirmiş olduğu servileri değirmenin karşısındaki düzlüğe dikmek için gitti.
Burası düzlükten sonra derenin içindeki dehlizin tam başıydı. İsmail servileri
yanında getirmiş olduğu kazma ve küreyin yardımıyla dikti .diplerine su dökük
tekrar değirmene döndü. Bu sıra da değirmene Cemil ve eşi de gelmişti.
Torunlarını görünce çok mutlu olup onları bağırlarına bastılar. Kızlarını ve
damatlarını kutladılar. İki ailede son derece mutlu ve mesuttu. Bu arada hazır
iki aile bir arada iken ikizlerin adlarını koymaya karar verdiler. İlk gelene
Mustafa sonrakine de Murat ismini koydular. Yemekler yenildi. Çaylar içildi.
Misafirler izin isteyip gittiler. Aile yine değirmende kendi başına kalmıştı.
Aysel ve kayın annesi bebeklerle ilgilenirken İsmail ve babası değirmende gelen
müşterilerin tahıllarını öğütüyorlardı. Değirmen her zaman olduğu kadar olmasa
da yine de tek tük müşterinin tahılını öğütüyor. Akmasa da damlar misali
çalışıyordu. Havalar soğumaya başlamış. Bu yüzden İsmail eve sobayı kurmuş
yakar olmuşlardı. Zaman ardına bakmadan akıp giderken dünyaya gelen büyür
misali bebeklerin büyümeleri de sürüyordu. Bebekleri kutlamak için hemen hemen
her gün bir tanıdık köylü değirmene uğruyordu. Bebeklerden Mustafa çok ağlardı.
Murat ise sadece ihtiyacı olduğu vakitlerde ağlardı. Değirmen yeni bir sabaha
uyanınca doğa her yanı beyaza boyamış, güzel bir tablo oluşturmuştu. Suların
yarı üstlerinde kar birikintileri vardı. Yine ağaçlar dal ve yaprakları beyaza
bürünmüş görülmeye doyulmaz bir resim ortaya çıkmıştı. O gün değirmende iş
yoktu. İsmail çizmelerini giyip dolaşmaya çıktı. Ayaklarıyla karlara basınca
pat pat sesler çıkıyordu. Ama yumuşacık karda yürümek çok hoş oluyordu. Kar
yağarken buzlanma olmazdı. Ne zaman kar kesilir o zaman da karlar donar bir buz
tabakası oluştururdu. Karda yürümek güzel ve zevkliydi. Ama yorucuydu. İsmail’de
daha fazla yürüyemeyerek değirmene döndü. Kucağa alınıp sevilecek kadar olan
ikizleri uyanıktı. Onları tek tek kucağına alıp bir güzel okşadı. Dışarıda kar,
sıcak yuvalarında ikizleri ile mutlu mesut bir aile. Çok şükür ambarları
yiyecek dolu. Çok sevdiği karısı annesi babası yanı başlarındaki evde daha ne
olsun. Bir ihtiyaçları olsa binip ata kasabadan alıp geliyorlardı. Bu arada
evin bahçesinde kar kuşları karın altından yiyecek bulup karınlarını doyurmaya
çalışıyorlardı. Doğa beyaz bir yorgan altında uykuya dalmıştı. Gece olmuş
mehtap çıkmış beyaz loş bir ışık nur misali evreni kaplamıştı. Hacı ali ve
Hatice kadın kendi evlerindeydi. Hatice kadın bir kahve yapmış karşılıklı
içiyorlardı. Hacı ali sigarasını yakmış derin derin nefesler çekiyorlardı. 

--Bey nasıl ikizleri görmeye gitsek mi? 

--Bu saatte olmaz hanım 

--Niye olmasın 

--Yorgunum hanım 

--Ne iş yaptın ki 

--Yorulmak için iş yapmak gerekmez yorgunum yaşlanıyoruz galiba 

--He öyle yaşlanıyoruz bende biraz çalıştım mı dizlerim tutmaz oluyor. Bu konuşmalardan
sonra iki ihtiyar yataklarını serip derin bir uykuya daldılar. İsmail radyoyu
açmış haberleri dinliyordu. Yapılan genel seçimlerde Demokrat parti seçimi
kazanmıştı. Böylece tek partili hayat bitmiş ülkeye demokrasi gelmişti. Yeni
başbakan ülkenin bolluk ve refah ile kalkınacağını müjdeliyordu. Biraz sonra
radyoyu kapatıp güzel bir uykuya dalmışlardı. Uykularını Mustafa’nın huysuz
ağlama sesi bölmüştü. Annesi kalkıp Mustafa’yı avuturken Murat’ta uyanmıştı. Bu
gürültüye tabi babaları da babaları ikizleri tek tek kucağına alarak sevmiş
anneleri onları tek tek uyutup yeniden uykuya dalmışlardı. Gece boyunca yağan
kar iyice yığmış yarım metreye ulaşmıştı. İsmail eline küreği alarak yolun
karlarını temizlemiş atın yemini vermişti bu arada çayı demleyen Aysel ile
birlikte sabah kahvaltısını yaparken yine Mustafa uyanmış, onun sesine de Murat
uyanmış anneleri de onların karınlarını doyurup altlarını temizlemiş babaları
bir güzel ikizleri sevmişti. Bu arada Hacı ali ve Hatice kadın eve gelmiş
onlarda torunlarını sevmişlerdi. Artık insanların evlerine kapanma zamanı
gelmiş. Sıcak soba başında Allah ne verdiyse kavurma zamanıydı. Sıcacık soba
başında insanlar radyo dinleyerek zamanlarını geçiriyor. Torunlar uyanınca
onları seviyorlardı. Yine kadınlar ellerinde tığlar iplikler bebekler için
giyecek örüyorlardı. Zaman her hali karda geçip gidiyor. İnsanlar yaşlanıyordu.
Nihayet bir sabah güneş açtı. Kısa zamanda karlar eridi. Derenin suları
çoğaldı. Yolları almaz oldu. Kış mevsimi de yavaş yavaş alıp başını gidiyordu.
İkizler biraz daha büyümüş artık kucağa alınıp sevilecek kadar olmuştu. Murat
çok tatlı bebek iken Mustafa için bu söylenemezdi. Sık sık huysuzlanır hemen
ağlardı. Yine Murat Mustafa’ya göre daha tatlı ve güzeldi. Ama aile her ikisini
de birbirinden ayırmadan seviyor. Hiç kucaktan onları düşürmüyorlardı. Bu arada
baharın ilk müjdecisi olarak dallara su yürümüş cemreler düşmüştü. Bu arada
değirmene ilk müşteri gelmişti. Hacı ali ve İsmail tahılları itina ile öğütüp
müşteriyi yolcu etmişlerdi. Yine İsmail’in çatısındaki leylek gelmiş yuvasına
yerleşmişti. Ara sıra uçup karnını doyuruyordu. Bu arada misafir olarak bir
leylekte onu ziyarete geliyordu. Bahçedeki güller yeşermiş birer gonca açmıştı.
Değirmene doğru giden patika yolun sağındaki solundaki badem ağaçları çiçek
açmış dallarını beyaza bürümüştü. Kuşlar daldan dala atlayarak, ötüyor sanki
baharı müjdeliyordu. İkizler kucağa alınınca ya da hoşlarına giden durumlarda
gülümsüyor. Mutluluklarını belli ediyordu. Hacı ali sık sık İsmail’in evine
gidiyor torunlarını seviyordu yine Hatice kadın tüm zamanını bu evde geçiriyor.
Devamlı torunlarıyla ilgileniyordu. Onlarda bu ilgiden şımardıkça
şımarıyorlardı. Evde bütün konu ikizlerdi yok bu gün şunu yaptılar yok bu gün
onu dediler. Hep konuşmalar ikizlerin üstüneydi. Ama aile bu kadar ilgiden
nazar değer diye korkmuyor da değildi. Onun için omuzlarına birer nazar boncuğu
takmışlardı. Baharla birlikte yine kaydırma kurulmuş, kaydırmaya düşen
balıkları alıp pişiriyorlar ve yiyorlardı. Ara sıra değirmene gelen köylüler
ile dünürlerinde balık gönderiyorlardı. Havalar ısındıkça değirmene gelen
müşteride artmıştı. Hacı ali ve İsmail sürekli değirmende çalışıyor. Gelen
tahılları özen ile öğütüyorlardı. Ülkeye demokrasi ile birlikte bolluk gelmiş.
Bununla birlikte tarımda makineleşme başlamıştı. Köylerin zenginleri traktör
alıp çifti çubuğu onunla görür olmuştu. Bir gün Hacı ali oğluna 

--Oğul seni Muhsin ağanın yanına vereyim. 

--Ne yapacağım orda? 

--Traktör sürmesini öğrenirsin. 

--Öğrenip te ne yapacağım. 

--Traktör alırız oğul çok şükür paramız var dedi. Bu günden sonra İsmail Muhsin
ağanın yanına gitti. Akşama kadar onlarla birlikte traktörü kullanmayı
öğreniyordu. İsmail çok kısa zamanda traktör kullanmayı öğrendi. Değirmene
döndü. Hacı ali İsmail’i de yanına alarak kasabanın yolunu tuttu. Kasabadan
beğendikleri bir traktörü uzun pazarlıklar sonucu aldılar. Traktörü İsmail
sürerek değirmene kadar getirdi. Traktör değirmene gelir gelmez bir koç kesilip
traktörün alnına kanı çalındı. Bu arada ikizler yarı yaşlarına ulaşmış çevrede
olup bitenleri meraklı gözlerle izliyorlardı. İsmail’in evinde sofra kurulup
akşam yemeği yendi. Çaylar içildi. Hacı ali tütün kesesini açıp bir sigara
sardı. Keyifli keyifli içmeye başladı. Sırtında aba bir ceket dokuma bir gömlek
yine ayağında aba pantolon. Görenler yoksul sanırdı. Hele bir traktör alacak
parasının olduğunu kimse inanmazdı. O da kimseye belli etmez, kimseyi hor
görmez insanları yaradan dan  ötürü severdi. Oğluna 

--Oğul kapımıza kim gelirse geri çevirme elinden bir şey gelirse mutlaka yap,
traktörde onun için aldık dedi. Oğlu 

--Tamam baba anladım bizim değirmen zaten hacı baba tekkesi kimse boş dönmez
maşallah dedi. Hepsini bir gülmedir aldı. Ne olduğunu anlamayan ikizlerde
kendilerince gülümsediler. Gerçekten bu değirmene kim gelirse boş dönmezdi.
Hacı ali defter tutmaz alacak verecek yazmazdı. Sadece şu kadar borcun var der
olunca getirir verirsin derdi. Hoş kimsede alacağı da kalmazdı. İyi niyetli
olduğu için kimse onu aldatmayı düşünmezdi. Yine gece tüm karanlığı ile gelip çökmüştü.
Değirmenin üstüne yatma vakti gelip çatmıştı. İkizleri bir güzel seven Hacı ali
ve Hatice kadın izin isteyip evlerinin yolunu tuttular. İsmail onları yolcu
ettikten sonra ikizlerle oyun oynamaya başladı. Zaman zaman Aysel de bu
oyunlara katılıyordu. Mutluluk sedaları evin çatısına doğru yükseliyordu.
Nihayet uykuları gelince hep birlikte derin bir uykuya daldılar. Yeni bir güne
uyanmak üzere. O sabah evlerinin çatısına uzun süredir görmedikleri misafirleri
leylekler gelmişti. Bu sefer yavruları da vardı. Leylekler hemen yavruları
içinde bir yuva yapıp çatıya yerleştiler. Erkenden kalkan İsmail traktöre
binerek değirmenin yanındaki araziyi sürmeye başladı. Makine bambaşka bir
şeydi. Bir seferde 3 çizi sürülüyordu. Yine çiziler gayet derindi. Nemli toprak
ekim için tam tavındaydı. İsmail de traktör kullanmada bayağı usta olmuştu. İki
saat sürmeden tarla sürülmüştü. Öküz ile olsaydı bu iş için haftalar
gerekliydi. Hacı ali sürülen tarlaya baktı. Toprağı eline alıp inceledi. Elinde
kına gibi toprak tam ekim için hazırdı. Toprağın bir bölümü bahçe bostan için
ayırdılar. Geri kalanı bakliyat için ayrılacaktı. Sonra kasabaya giden hacı ali
oradan getirmiş olduğu bağ çubuklarını özenle toprağa dikti. Yine getirmiş
olduğu meyve fidanlarını da toprağa dikti. Bu arada çok partili hayatta
ekonomiye canlılık getirmiş insanlar çarık giymekten kurtulmuş. Fakirler için
fabrikalar lastik ayakkabı imal ederken zenginler içinse ıskarpin imali
çoğalmıştı. Hacı ali kasabadan ev halkı için birer çift ayakkabı almıştı. Bu
arada ikizler için naylon çıtçıtlı ayakkabı alınmış ayaklarına geçirilmişti.
Onlarda gün be gün büyüyüp serpilmeye başlamışlardı. Suya dün ekmeğe mama
demeye başlamışlardı. Yine bir akşamüstü kara bulutlar kapladı gökyüzünü. Bu
bulutlar yağmur habercisiydi. Karşı yamaçlarda şimşekler çakmaya başladı
ardından gök gürültüsü ve sağanak halinde yağış. Herkes evine çekildi.
Pencereden yağmurun yağışını seyretmeye başladı. Deliksiz bir yağmur gece boyu
sürdü. Ertesi sabah yerler çamur kaplıydı. Nemli toprak güneşin ısısıyla
dumanlar çıkararak kuruyordu. İkizler uyanmış anneleri ihtiyaçlarını
gideriyordu. Murat’ı kucağına alsa Mustafa ağlıyor, onu bıraksa Mustafa’yı
kucağına alsa murat ağlıyordu. Bereket babaanneleri imdada yetişti. Hoş hacı
ali’de ardından gelmişti. Birlikte hazırlanan kahvaltıyı yaptılar. Sonra
havadan sudan konuşmaya başladılar. İkizler emekleyerek arada dolaşıyorlardı.
Ara sıra Hacı ali ikizlerden birini kucağına alıp seviyordu. Artık dede demeye
başlamışlardı. Onlar için hayat güle oynaya geçiyordu. Derenin suları iyice
çoğalıp bulanmıştı. Zaten kar suları dereyi doldurmuştu. Bu yüzden dere bazı
yerlerdeki ağaçları sürükleyip sökmüştü. Biraz güneş açınca çatıdaki leylekler
uçup havalandı. Öğleye doğru yerler iyice kurudu. Aysel ikizleri giydirip evin
önüne çıkardı. Bir çul yayarak onları üstüne oturttu. İkizler güneşi ve doğayı
görünce mutlu bir şekilde oynamaya başladılar. Çulun üstünden çimenlere doğru
gitmek için emekliyorlardı. Anneleri Murat’ı kucağına alıp geri getiriyor. Bu
arada Mustafa çimenlere doğru emekliyordu. Neyse ki Hatice kadın imdada yetişip
ikizlerin hakkından geldiler. Yağmurdan dolayı sel suları değirmenin bendini
biraz bozmuştu. Baba oğul birlikte bendi düzeltmeye gittiler. Akşama kadar
çalışıp bendi düzeltiler. Aysel akşam için yemek yapmıştı. Hep birlikte yemeği
yediler. Bu arada kapı çaldı. Kapıyı açan İsmail Erhan’ı karşısında görünce
eline ayağına kapandı. Hoş beşten sonra kahveler içildi. Erhan’a hayırdır
kardeşim dedi Hacı ali. Erhan’da 

--Traktör almışsınız hayırlı olsun diye geldim. Dedi. Hacı ali de 

--Sağ ol kardeşim senin çiftleri de süreriz hayırlısı ile 

--İyi olur valla dedi Erhan. 

--Havalar açılınca gelir İsmail sürüverir sıkma canını kardeşim. Bu sohbetten
sonra Erhan müsade isteyip çıkmak istedi. Hacı ali 

--Olmaz İsmail atıversin köye kadar dedi. Hem Aysel gelin ve ikizlerde gider.
Hasret giderirler orda dedi. Erhan bu teklife hayır diyemedi. Çabucak
hazırlanıp çıktılar yola. Hacı ali ve Hatice kadın da onlara katıldılar. El
birliği ile dünürlerini ziyarete gittiler. Köye varınca doğru Cemil’in evine
vardılar Cemil ve eşi çok mutlu oldular. İkizler kucaklarına alıp doyasıya
sevdiler. Çaylar içildi. Sohbet edildi. Müsada istenip değirmene yola çıkıldı.
Cemil ve eşi dünürlerini yolcu edip döndüler evlerine. Cemil eşine. 

--Ne iyi etmişiz hanım Aysel’i İsmail’e vermekle değil mi. 

--Evet öyle çok iyi etmişiz. Bak gece demiyorlar gündüz demiyorlar geliyorlar
ziyaretimize 

--Allah sonunu hayır etsin bey 

--He ya sonunu hayır etsin. Bu konuşmalardan sonra iki ihtiyar yataklarına
girip derin bir uykuya daldılar. Traktör gece ışıklarını yakarak ikizlerin
Murat dedesinin kucağında Mustafa ebesinin kucağında keyifli bir yolculuk
yaparken meraklı gözlerle etrafa bakıyorlardı. Nihayet değirmene gelindi.
Traktörü durdurup yerine koyan İsmail doğruca evine gitti. İkizler anne babaya
teslim edildikten sonra yatmak üzere herkes evinin yolunu tutmuştu. Değirmene
gecenin sessizliği çökmüştü. Şu saatte herkes her şey derin bir uykudaydı. Sabah
güneş ışıklarını yayarken dünyaya ikizlerin ağlaması ile uyandı. Aysel hemen
ihtiyaçlarını giderdi. Bu hengamede İsmail’de uyanmıştı. İkizleri sıra ile
kucağına alıp severken Aysel kahvaltı hazırlamak için mutfağa geçmişti. Çoktan
kalkan Hacı ali değirmenin bendine suyu çevirmişti bile. İsmail 

--Baba erkencisin dedi. 

--Öyle oğul dedi hacı ali bir taşa yaslanıp çıkardığı tütün kesesinden bir
sigara sarıp keyifle içmeye başladı. İlk nefesten sonra ardı ardına bir öksürük
tuttu. Öksürük o kadar şiddetliydi ki gözleri yaşarmıştı. İsmail 

--Ne oldu diyecek oldu. Hacı ali sadece 

--İhtiyarlık oğul dedi. Bu sırada değirmene gelen müşterinin tahıl çuvallarını
indirmede İsmail yardımcı. Oldu oluklar açıldı değirmenin çarkı dönmeye
başladı. Çuvallar boşaltıldı. Bembeyaz on tekneye dolmaya başladı. Tabi bu
arada taze un kokusu burunları doldurdu. Aysel yine çulu sermiş ikizler evin
önünde oynuyorlardı. Karşıda bir çoban sürülerine su içirmek için dere kenarına
inmişti. İkizler sürüdeki koyunları kuzuları görünce meraklı gözlerle sürüye
baktılar. Çoban kavalını çalarak sürüyü oradan uzaklaştırdı. Değirmende işler bu
gün yoğundu. Müşterinin biri gitmeden öbürü geliyordu. Geç vakte kadar
değirmenin taşları döndü. En sonunda son müşteriyi de gönderen Hacı ali ve
İsmail evlerinin yolunu tuttu. Sofrada dumanı tüten çorba onları bekliyordu.
Besmele ile oturuldu sofraya. Allah ne verdiyse yenilip içildi. Günün
yorgunluğu ile herkes derin bir uykuya daldı. Bu arada bahar iyiden iyiye
kendini alıyor vermeyenden de hayır dua ile karışık zamanı gelince öderim borcum
olsun sözlerini duyuyordu. Baba nasihatı dinliyor kimseye hayır demiyordu. Hacı
ali değirmende yalnız kalınca iyicene yoruluyor. Ama kimseye bir şey demiyordu.
Yine bir gün değirmene gelen Erhan’dan yardım istedi. Her gün değirmene gelip
kendisine yardım etmesini istedi. Erhan’da olur Hacı ali gelir yardım ederim
dedi. Artık İsmail traktörle çift çubuk işine bakıyor Hacı ali ile Erhan
değirmende çalışıyordu. Bu arada ikizlerde dal durmaya başlamışlar destek
yardımı ile yürümeye çalışıyorlardı. Aysel ve Hatice kadın değirmenin yanındaki
tarlaya bahçe yapıp bakliyat ekmişlerdi. Ara sıra dereden orayı suluyorlardı.
Yine Hacı ali’nin dikmiş olduğu bağlar ve fidanlar yeşermeye başlamıştı. İsmail
bu gün traktörle işe çıkmamıştı. Eline bir kova alıp ikizlerin doğduğu gün
diktiği servileri sulamak için oraya servilerin yanına gitti. Selvilerin
karşısındaki yamaçta bir su kaynadığını gördü. İnceledi bu kaynak karasuluk
değildi. Yerin altından derinlerden geliyordu. Buraya bir çeşme yaptırmaya
karar verdi. Selvileri sulayıp değirmene dönünce babasına bu fikrinden
bahsetti. O da onay verdi. Ertesi gün kasabaya giderek çeşme için malzeme
aldılar. Buldukları ustayla da çabucak çeşmeyi oraya yaptılar. Kurnadan akan su
ile de abdest alıp namaz kıldılar. Hacı ali’nin traktörü bu yörede tekti. Onun
için İsmail hiç boş kalmıyor sürekli çalışıyordu. İnsanlar oraklarını biçmiş
demetlerini harman yerine getirtmek için Hacı ali’nin kapısına geliyorlardı.
Yine traktör düvene koşulmuş saptan samanı tanelerine ayırıyordu. İsmail yoruluyor
fakat hiç şikayet etmiyordu. Ellerine bayağı para geçmişti. Bir o kadar da
alacakları vardı. Hacı ali ve Erhan değirmeni çalıştırıyorlardı. Erhan erkenden
değirmemene geliyor değirmen çalıştığı süre hacı ali’ye yardım ediyordu. Erhan
için de iyi olmuştu. Onun eli de bollaşmış cebi para görmüştü. Bu arada
kasabaya giden Hacı ali ikizlere çeşit çeşit oyuncak alırken gelini ve hanımına
da fistanlar pazenler hatta ipekliler almıştı. Bu arada ikizler büyümüş
yürümeye başlamışlardı. Sık sık değirmene geliyorlar merakla taşların dönmesine
çarkın çalışmasına bakıyorlardı. Tabi başlarında anneleri olduğu halde. Yine
hacı ali torunlarını elinden tutup çevreyi gezdiriyordu. Onlarda değirmendeki
hayata alışmış orda ki yaşamı benimsemişlerdi. Akşamları İsmail gelince ikizlerle
bol bol özlem gideriyor. Onlara gelirken şekerler getiriyordu. Aysel ve Hatice
kadın bahçeyi ve bağa bakıyorlar onlardan yiyecekleri meyveleri sebzeleri alıp
eve getiriyorlardı. Zaman zaman köye Cemil’e de bu yiyeceklerden
gönderiyorlardı. Değirmen bolluk ve bereket içinde çalışıyor. Herkes hayatından
memnundu. Günlük ihtiyaçlar karşılandığı gibi kış için de bayağı stok
yapılmıştı. Kış gelse bile ne para yönden nede yiyecek yönünden hiçbir
sıkıntıları olmazdı. Yine rüzgarlar esmeye başlamış çimenlerin rengi
sararmıştı. Bir sabah baktılar ki çatıdaki leylekler uçup gitmiş. Çevredeki
ağaçlar yapraklarını dökmüş. Hacı ali torunları için çeşit çeşit oyuncaklar
almıştı. İkizler bu oyuncaklarla oynamaya başlamıştı. Murat çok güzel oynarken
Mustafa oyuncakları yerlere çarpıyor, yerlere atıyor. Yine kendi elinde oyuncak
varken Murat’ın elindeki oyuncakları da almak istiyor. Vermezlerse ağlıyordu.
Kısacası huzursuzluk çıkarıyordu. Murat ise gayet olgun kıskanmasını bilmeyen
çok sevimli bir çocuktu. Orak harman işleri bitmiş İsmail traktörü yapmış
oldukları garaja çekmişti. Değirmen de Hacı ali ve Erhan vardı. Canı biraz
dolaşmak istedi. Aldı başını dere boyunda dolaşmaya başladı. Dere
kenarlarındaki çınar ağaçları yapraklarını dökmüş, yapraklar derenin kenarlarında
birikmişti. Derenin suyu iyice azalmıştı. Karşı yamaçlardaki ağaçlar kızıl ile
sarıya boyanmış renkleri ile güzel bir tablo oluşturmuştu. İsmail’in
ayaklarında artık çarık yoktu. Ayaklarında lastik bir çift ayakkabı vardı. Yine
özel günler için giydiği bir çift iskarpin evde duruyordu. Derenin suları
çekildiği için yer yer kum yığınları birikmişti. Önce bahçe olarak ekilen
tarlaya gitti. Asmalar bayağı sürgün yapmıştı. Bir iki yıla kadar üzüm
verirlerdi. Yine dikilen fidanlar boy vermişti. Bostanlar karpuzlar toplanmış,
birkaç tane kalmıştı sadece. Bir karpuz koparıp bir kaya yardımı ile ikiye
ayırıp elleriyle yemeye başladı. Karpuz gerçekten çok tatlıydı. İşi bitince
ellerini derede yıkayarak bir kuytuya oturdu. Derede balıklar oynaşıyor.
Karşıda rengarenk tüyleriyle birkaç ördek yüzüyordu. Bir süre ördeklerin
yüzmelerini seyretti. Mutluydu. Eşi, çocukları babası annesi tam bir
aileydiler. Hiç sorunları yoktu. İşleri gayet güzeldi. Değirmenden traktörden
güzel para kazanıyorlardı. Allaha şükretti. Tekrar değirmene doğru yola çıktı.
Sonbahar iyice kendini hissettirmeye başlamıştı. Ekim ayı gelmiş tarlaların
sürülmesi gerekiyordu. İsmail traktörü çıkarıp hazırlığını yaptı. Önce kendi
tarlalarını sonra kayınpederinin tarlasını sürdü. Bu arada köylülerde tarlalarını
sürdürmeye başladı. Yine işler çoğalmış, İsmail akşamlara kadar çift sürer
olmuştu. Değirmende işler yolundaydı fazla müşteri gelmiyor. Gelenleri de Hacı
ali ve Erhan birlikte tahıllarını öğütüyor değirmeni çekip çeviriyordu. Havalar
soğuduğu için ikizler dışarıya çıkmıyor. Genellikle evde oynuyorlardı. Bir gün
hacı ali rahatsızlandı. Hemen kasabaya doktora götürdüler. Doktor iyice muayene
etti. Çok sigara içmiş dedi. Ciğerlerine duman dolmuş. Kendisine çok iyi bakıp
dinlenmesi lazım. Zaten iyice yaşlanan Hacı ali pek çalışmıyordu. Bu arada
sigarayı da eskisi kadar içmiyordu. Değirmene fazla müşteri gelmiyor gelenlerle
de Erhan ilgileniyor, tahıllarını öğütüp hakkını alıyordu. Bu arada Hacı ali 

--Erhan sana buraya bir ev yapalım sende buraya yerleş köye gelip gitme dedi. 

--Olur beyim siz nasıl münasip görürseniz dedi. O günden sonra Erhan için
değirmenin yanına çabucak bir ev yaptılar. Erhan da hanımını oraya getirerek
yerleşti. Kış gelmiş dağların doruklarını karlar kaplamıştı. Havalar soğumuş
artık değirmene gelen giden kalmamıştı. Sabahları derenin bazı yerlerini,
özellikle gölgelere buzlar tutuyordu. Hacı alinin tek eğlencesi torunlarıydı.
Onları kucağına alıp çeşitli oyunlarla eğlendiriyor. Kasabaya inince mutlak
oyuncaklar alıp eve getiriyordu. Bir gece yatarlarken Aysel İsmail’e 

--Benim bu ay günüm gecikti dedi 

--Yeni bir bebek daha mı dedi İsmail 

--Bilmem Allah bilir dedi Aysel İsmail de 

--Hayırlısı olsun dedi. Zaman hızla geçiyor kış bütün şiddetiyle sürüp
gidiyordu. Uzun kış gecelerinde gürül gürül yanan sobalarının başında mutlu
mesut yaşıyorlardı. İkizlere mısırlar patlatılıyor. Masallar anlatılıyordu.
Murat anlatılan masalları ilgiyle dinlerken Mustafa pek ilgi göstermiyordu.
Aysel’in tahmini doğru çıkmış gerçekten bir bebeleri daha olacaktı. Değirmene
bir torun daha gelecekti. Akşamları idare lambasının ışığı altında oyunlar
oynanıyor. Sohbetler ediliyor hayat mutlu mesut akıp gidiyordu. İyice yaşlanan
Hacı ali’nin tek eğlencesi torunlarıydı. Onlarla avunuyor. Zaman zaman rahatsız
eden hastalığını ve acılarını onlarla unutuyordu. Saatler hatta günler
değirmenin taşları misali dönüp sevinçleri mutlulukları öğütüyordu. Bir sabah
uyanınca her yeri bembeyaz karlarla kaplı gördüler. Hemen üstlerini giyip
dışarı çıktılar bütün aile elbirliği ile kocaman bir kardan adam yaptılar.
Elinde süpürgesi kömürden gözleriyle havuçtan burnuyla kocaman bir kardan adam…


İkizler birbirlerine kar topu atarak mutlu bir şekilde oynadılar. Ama iyice
üşümüşlerdi. Yanakları al al olmuş eve gelince sobaya ellerini tutarak
ısındılar. Elleri ısınınca tuaf bir şekilde ellerinin sızladığını hissettiler.
İkizler bir çok şeyi yaşayarak öğreniyorlardı. Bu arada köye bir ilkokul
açılmıştı. Aysel’in karnı iyice büyümüş hamileliği belli olur olmuştu. Hacı ali
ve eşi bu duruma çok mutlu olmuşlar yeni bir torun sevmenin mutluluğunu
yaşayacakları için Allah’a şükretmişlerdi. Kış günlerinde soba başında kestane
patlatarak, mısır patlatarak arada masallar anlatılarak zaman geçiriliyordu.
Murat anlatılan masalları dikkatle dinlerken Mustafa başka şeylerle
ilgileniyor. Ya konuşarak yada ağlayarak masalın kesilmesine sebep oluyordu.
Evde herkes Mustafa’nın huzursuzluklarına alışmış. Hoş görmeye başlamıştı. Bu
yüzden Murat çok sevilip takdir edilirken Mustafa için bu söylenemezdi. Her
şeye bahane bulan her şeyden huzursuzluk çıkaran Mustafa kendine küs çevresine
küs içine kapanık bir çocuktu. Herkesten kuşkulanır. Her olaya kuşku ile
yaklaşırdı. Görenler sanki bu çocuk başka bir dünyadan gelmiş sanırdı. Murat
ise anlayışlı güleç her şeye inanan saf kalpli hoş görülü bir çocuktu. Aile
içinde alışılmıştı bu durum kimse bu durumu yadırgamıyordu. Ara sıra ya Hacı
ali ve ailesi köye gider yada Cemil ve ailesi değirmene gelip hasret
giderirlerdi. Erhan ve hanımı değirmene yerleşmiş sanki aileden biri olmuştu.
Hacı ali biraz sigarayı azaltmış kendini fazla yormuyor. Yapılacak işleri tarif
ederek İsmail ve Erhan’a yardımcı oluyordu. Uzun kış geceleri yerini bahara
bırakırken Aysel’in günü gelmiş sancıları çoğalmıştı. İsmail traktöre binerek
köye gitti. Ebe kadını alarak değirmene getirdi. Ebe kadın gelinceye kadar
Hatice kadın ve Elif hazırlık yaptılar. Doğum için bezler ve sıcak su hazırdı.
Ebe kadın Aysel’i muayene ederek doğumun zamanının geldiğini söyledi. Zaten
Aysel’in sancıları da sıklaşmıştı. Dışarı da İsmail ve hacı ali heyecan içinde
beklerken Erhan onlara teselli ediyordu. Hacı ali sigarayı azaltmasına rağmen
üst üste sigara içiyordu. Nihayet ebe kadın bir kız çocuğu eline aldı. Göbek
bağını kesip bebeğin poposuna şaplak vurunca bebek ağladı. Bu hayata ilk
merhabaydı. Çocuğu kundakladıktan sonra ebe kadın dışarıda kilere müjdeyi
verdi. Müjdeler olsun nur topu gibi bir kızınız oldu. Allah yaşını uzun etsin
dedi. Hacı ali kesesinden bir sarı lira çıkararak ebe kadına verdi. İsmail odaya
girerek minik kızını kucağına aldı. Sonra ebe kadını köye götürmek için
traktörü tekrar çalıştırdı. Eve yeni gelen bebeği ikizler meraklı gözlerle
karşıladılar. Tam olarak olup biteni anlamasalar da evdeki bazı şeylerin
değiştiğini fark ediyorlardı. Ebe kadını traktörle köye bırakan İsmail hızla
köye dönüyordu. Akşam olduğu için traktörün farları yolu iyice aydınlatıyordu.
Allaha şükrediyordu İsmail ikiz oğulları birde kızı çok sevdiği eşi annesi
babası mutlu bir ailesi vardı. Daha ne olsundu. Bu düşüncelerle değirmene gelen
İsmail traktörü istop edip eve girdi. Eşinin yanına varınca ----Geçmiş olsun
hanım 

--Sa ol bey çok şükür sağ salim bir kızımız oldu. 

--Çok şükür hanım ikinizde kurtuldunuz. 

Bu konuşmadan sonra kızını kucağına alan İsmail minik yavrusunu gözleriyle
sevdi. O da merakla babasına bakıyordu. Hacı ali ve Hatice kadın yapılacak
işleri bitirip evlerine gittiler. Güneşli bir bahar sabahına uyanan değirmene
yazın habercisi leylekler gelmiş çatıya yerleşmişlerdi. O gün Hacı ali’nin
dışarıya çıkardığı leylekleri gören Murat çok mutlu olurken Mustafa somurtmuş
yerden bir taş alıp leyleklere atmaya çalışmıştı. Torununu yatıştıran Hacı ali
onları gezdirmek için dere kenarına götürmüş. Orda kurmuş olduğu kaydırmaya
düşen balıkları birlikte toplamaya başlamışlardı. Murat dedesine yardım ederken
Mustafa balıkları suya atmaya çabalıyordu. Hacı ali torununa azarlayarak onu
küstürmüştü. Mustafa kendi başına bir kenara çekilerek darılmıştı. Kaydırmadaki
balıkları torbaya dolduran Hacı ali ve Murat daha sonra Mustafa’nın gönlünü
almak için yanına gitmişlerdi. Sessizce ağlayan Mustafa’nın gönlünü almak pek
kolay olmamıştı. Dedesi onu sırtına alarak eve kadar taşımıştı. Murat ise
kendisi yürüyerek evlerine kadar gelmişti. Balıkları bir güzel temizleyen Hatice
kadın onları bir güzel kızartmıştı. Odaya taze balık kızartması kokusu
yayılmıştı. Yapılan salata ile birlikte balıklar afiyetle yenildi. Bu arada
İsmail ile Erhan değirmenin bendini temizlemek için ellerinde küreklerle
gittiler. Hacı ali torunlarını yanana alarak değirmenin bir köşesinde onlara
masal anlatmaya başladı. Yorgunluğun da etkisi ile ikizler tatlı bir uykuya
daldılar. Hacı ali onları sırasıyla taşıyarak yataklarına yatırdı. Ama bu işi
yaparken yorulduğunu hissetti. İçinden yaşlandın Hacı ali yaşlandın artık diye
geçirdi. Bu arada bir çan sesi duyuldu. Bir çoban koyunlarını sulamak için
dereye inmişti. Koyunlar dereden kana kana sularını içtiler. Çobanda kavalıyla
yanık bir kaval çalarak oradan uzaklaştı. Güneş ardında kızıllıklar bırakarak
dağların arkasına saklanmıştı. Bu arada suların rengi kararmış yine akşam
olmuştu. Cemil ve karısı değirmene gelmiş damatlarının kapısını çalmıştı. Yeni
doğan bebeği kutlamak için çeşitli hediyeler getirmişlerdi. Yine köyden
Aysel’in arkadaşları da yeni doğan kızı kutlamak için değirmene geliyorlardı.
Gelenlerde bebeğin beşiğine hediyeler bırakıp gidiyorlardı. Bu arada değirmende
herkesin işi yeni doğan bebeğe konacak isim olmuştu. Hacı ali annesinin ismi
Rabia olmasını istiyordu. Hatice kadın ise Melek olmasını istiyordu. İsmail ise
kimsenin bilmediği bir isim olmasını istiyordu. Aysel’de kocasının fikrine
katılıyordu. Yine bebeğin dedesi Cemil’de eşi de gençlerin fikrine saygı
duyuyor kimsenin bilmediği bir isim olmasını istiyorlardı. Takvim yaprakları
tek tek karıştırılıp isim araştırılıyordu. Bir sabah kız erkenden uyanmış
meraklı gözlerle annesine bakarken annesi ne kadar nazlı bakıyor deyince aklına
bebeğin ismini Nazlı koymak geldi. Bir de sonuna can ekleriz olur Nazlı can
diye düşünüp bu fikri eşine açtı bu ismi İsmail de beğenmişti. Hacı ali ve
Hatice kadın da onay verince bebeğin ismini belirlemişlerdi. Bir namaz vaktinde
bebeğin ismini kulağına Hacı ali söyleyerek koymuş oldu. Artık herkesin dilinde
Nazlı can vardı pembe yüzüyle kırmızı dudakları kara gözleriyle nazlı nazlı
bakardı. Başında birkaç tel siyah saç vardı. Herkesin diline düşmüştü
güzelliği. Bu arada ikizlerin pabuçları dama atılmıştı. Murat kardeşine
sevgiyle bakıp anlayış gösterirken Mustafa iyice huysuzlanıyordu. Belli ki
Nazlı can’ı kıskanıyordu. Hani kız çocuğu doğan evin bacasından bereket yağar
derler ya. İşte öyle Hacı ali’nin işleri iyice açılmıştı. Bir yanda traktör
çift sürüyor, demet getiriyor ve harmanda düven dövüyordu. Yine değirmenin
taşları dön babam dön gelen tahılları öğütüyordu. Değirmenden herkes memnundu.
Hacı ali iyice yaşlanmış sakalları ağarmıştı. Artık evden dışarı çıkmıyordu.
Geçenlerde İsmail doktora götürmüş o da kendini yormasın demişti. Artık
değirmeni Erhan çekip çeviriyor. İsmail değirmende olduğu zamanlarda ona yardım
ediyordu. Nihayet bir gün hak vaki oldu. Hacı ali dünyaya gözlerini yumdu. Son
sözleri “oğlum hep iyilik yap kimseye kötülük yapma” bu sözleri son sözleri
oldu. Gözlerini huzur içinde yumdu. Artık değirmenin taşları Hacı ali olmadan
dönecekti. Cenazesine duyan herkes geldi. Hatta kasabadan bile gelenler
olmuştu. Bu yörede iyiliği olmadığı ekmeğini yemeyen pek nadir insan vardı.
Nihayet musella taşına konuldu. Naaşı helallik dilendi. Sonra omuzlar üzerinde
mezarlığa götürüldü. Evde yas vardı. Herkes ağlıyordu. Hatta dere bile
ağlayarak akıyordu. Değirmen pek sessiz ve matemliydi. İkizler de dedelerinin
mezarına kadar gitmişlerdi. Onlarda çok üzgündü. Murat bundan sonra bize kim
masal anlatır diye düşünüyordu. Naaşı kazılan mezara konuldu. Dualarla üstüne
topraklar atıldı. Kürekler elden ele dolaşıyordu. Herkes görevini yaptı. En son
İsmail’e herkes başsağlığı dilendi. Hocalarla birlikte mezardan değirmene
gelindi. Hatice kadın üzülmüş üzüntüden o da yıkılmıştı. Bu acıya bu yokluğa
nasıl dayanırdı. Artık kendi evinde kalmaya korkuyordu. Oğlu ve gelini ile
birlikte kalıyordu. İkizler pek sessiz pek mahzundu. Mustafa bile eski
huysuzlukları bırakmış sessiz bir çocuk olmuştu. Bir Nazlı can olup bitenin
farkında değil etrafa gülücükler dağıtıyordu. Tabi ölenle ölünmüyor. Dünya işi
kalmıyordu. Yine değirmene müşteri gelmeye başlamış, değirmen taşlarla dönmeye
başlamıştı. Gelen tahılları öğütmeye başlamışlardı. Erhan ile İsmail birlikte
çalışıyorlardı. Murat’ta zaman zaman onlara yardım etmeye çalışıyordu. Ama Hacı
ali’nin yokluğu hep kendini hissettirecekti. Başsağlığına gelenler hiç
tükenmiyor. Yaptığı iyilikler anılıyordu. Herkes yattığı yer cennetlik olsun
diye dua ediyordu. Böyle bir insan daha buralara gelmez diyorlardı. Erhan’da
yaşlanmış eskisi gibi çalışamaz olmuştu. Bu durumu gören İsmail köyden yeni bir
yardımcı almaya karar verdi. Köyün fakirlerinden Muhsin diye bir genç vardı.
Onun yanına gitmeye karar verdi. Bir akşam yanına Erhan’ı da alarak köyün
yanına gittiler. Doğruca Muhsin’in evine gittiler. Muhsin bekardı. İş teklifi
yapıldı. pazarlık edildi. Anlaşıldı. Muhsin şimdilik köyden gelip gidecekti. O
gece traktöre binen Erhan ve İsmail değirmene döndüler. Ertesi sabah Muhsin
erkenden gelmişti. Çift çubuk zamanı olduğu için İsmail traktörle çalışıyor. Erhan
ve Muhsin değirmeni idare ediyorlardı. Aysel kadın bu acılara daha fazla
dayanamayıp hayata gözlerini yumdu. İsmail acının birini yaşayamadan öteki
gelmişti. Allah’tan sabır dilemekten başka bir şey gelmiyordu. Onun cenazesi de
kaldırıldı. Eşinin yanına mezarı kazılıp gömüldü. Onun cenazesi de çok
kalabalıktı. Tüm sevenleri gelmişti. Ağıtlar yaslar arsında değirmen yine
hüzünlere boğulmuştu. Muhsin yakışıklı yirmi beş yaşlarında sarı saçlı mavi
gözlü iri yarı bir gençti. Bir sevdiği vardı. Ama fakir olduğu için ona
vermiyorlardı. İsmail bu durumu biliyordu. Bir akşam Erhan’a meseleyi açıp bu
işe bir çare bulmaları gerektiğini anlattı. Erhan’da bakarız evlat diyerek bir
çare düşünmeye başladı. İkizler iyice yalnız ve dertli olmuşlardı. Dedelerinin
yokluğuna alışmadan neneleri de ölmüştü. Şimdi anneleri de yeni doğan kız
kardeşleriyle ilgileniyordu. Sadece zaman zaman Erhan onlarla ilgileniyor.
Onlara masallar anlatıyordu. Tabi Hacı ali kadar güzel anlatamıyordu ya. Olsun
özellikle Murat masalları ilgiyle dinliyordu. İkizler bu yıl okula
başlayacaktı. Köy değirmene uzaktı. Anne baba çocukların köyde dedelerinde
kalmasına karar verdiler. Buna en çok Cemil ve eşi çok sevinmişlerdi. Çünkü ara
sıra görüp sevdikleri torunlarını devamlı görüp sevebileceklerdi. Bu duruma
ikizlerde çok sevinmişlerdi. Değirmenden farklı bir yerde bir çok arkadaşları
olacaktı. Yazın son günleri bitmiş ağaçlar yapraklarını dökmeye başlamıştı.
Artık okulların açılma zamanı gelmişti. İkizler artık okula başlayacaktı.
Şimdiye kadar değirmende kendi aleminde yaşayan ikizler artık okullu olacaktı.
Babaları kasabaya gidip önlük için siyah kumaş alıp terziye diktirdi. İkizleri
traktöre bindirip köye okula doğru yola çıktı. Okul hemen köyün yanındaydı.
İkizler hep okulu karşıdan görmüşlerdi. İlk kez okulun içine girdiler. Onları
okul müdürü güler yüzle karşıladı. Babalarının elini sıkıp hoş geldiniz dedi.
Okulda lazım olacak kitaplar defterler ve kalemler renk renk boya kalemleri bir
torbaya doldurulup ellerine tutuşturdular. Merakla gözlerle okula bakan ikizler
doğru Cemil’in evine gittiler. Babaları onları dedelerine emanet edip traktöre
bindi. Değirmenin yolunu tuttu. İkizleri dedeleri ve anneanneleri sevgi ve
ilgiyle karşıladı. Murat hemen torbasını açtı kitaplarını inceleyip dikkatli
bir şekilde resimleri inceledi. Mustafa ise değirmenden getirdiği oyuncak
bilyeleri çıkarıp kendi kendine oynamaya başladı. Her zaman olduğu gibi Mustafa
okulu, okumayı pek sevmemişti. Murat ise okullara kitaplara karşı ilgiliydi.
Boya kalemlerini çıkarıp resim defterine resim yapmaya çalıştı. Dedeleri yarın
okula gideceklerini anımsatarak onları odalarına götürdü. Gece korkmamaları
içinde odaya bir mum yakarak bıraktı. İkizler heyecan ve yaşananlardan sonra
deliksiz bir uykuya daldılar. Değirmende ise ilk kez ev sessiz ikizlerden
mahrumdu. Ara sıra Nazlı can’ın ağlamaları bu sessizliği bozuyordu. Erhan ve
Muhsin’de gelmişler İsmail ile birlikte Aysel’in demlemiş olduğu çayı
içiyorlardı. Çaylar içildikten sonra müsaade isteyip Erhan ve Muhsin müsaade
isteyip evden ayrıldılar. İsmail radyoyu açtı. Güzel bir türkü gecenin içinde
ortamı neşelendirmeye başladı. Nazlı can uyanık olduğu için o da kendi hayal
dünyasında bu türküyü dinliyordu. Gece uzundu ama yorgun bedenleri uyku
sarmıştı. Radyonun düğmesini burup çıt diye kapattılar. Ve yataklarına yatıp
derin bir uykuya daldılar. Sabah anneanneleri ikizleri erkenden kaldırıp
ellerini yüzlerini yıkayıp hazırlamış oldukları kahvaltı sofrasına oturttu.
Kaynatmış olduğu yumurtaları soyup kızartmış olduğu ekmeğe tere yağı sürerek
onlara güzel bir kahvaltı ettirdi. Kahvaltıdan sonra okul önlüklerini özenle
giydirdi. Bu arada dedeleri de kalkmış kahvaltısını etmişti. Onları ellerinden
tutup doğruca okulun yolunu tuttular. Okulun bahçesi büyüklü küçüklü farklı
yaşlarda siyah önlükleri içinde bir çok öğrenci vardı. Murat ile Mustafa’yı
köyden tanıyan çocuklar etraflarına sarmışlardı. Onlar bahçeye girer girmez
elinde zil bir adam dışarıya çıkıp zili çalmaya başladı. Zil sesini duyan
öğrenciler sıra olmaya başladı. Okul müdürü okulun açılış konuşmasını yaptıktan
sonra istiklal marşı okunarak bir öğrenci tarafından bayrak direğine bayrak
çekildi. Öğrenciler sıra ile sınıflarına girdiler. Öğrenciler sıralarına
oturdular ikizler ikisi de bir sıraya oturmuştu. Murat’ın karşısındaki sırada
sarı melikleri yeşil gözleriyle tatlı bir köylü kızı oturuyordu. Bu kız 

--Benim adım Gülsüm ya sizinkiler ne diye sordu. Bu soruya Mustafa somurturken
Murat 

--Ben Murat bu da ikiz kardeşim Mustafa diye cevap verdi. Kız da 

--Ya demek siz ikizsiniz diye şaşkın bir tavırla cevap verdi. Bu sırada
öğretmen sınıfa girdi. Öğretmen sınıfa girince öğrenciler hep birlikte ayağa
kalktı. Öğretmen 

--Günaydın 

--Saol 

--Oturun. Bu komuttan sonra öğrenciler yerlerine oturdu. Herkes öğretmen ne
diyecek diye merakla bekliyordu. Öğretmen öğrencilere daha fazla merakta
bırakmayıp 

--Benim adım Murat GÜLER bundan sonra sizin öğretmeninizim dedi. Şimdi sıra ile
herkes adını söylemeye başladı. Sıra Mustafa’ya gelince o sadece susup
somurttu. Murat 

--Benim adım Murat SOLMAZ bu da ikiz kardeşim Mustafa SOLMAZ dedi. Öğretmen 

--Ya demek adaşız demek ikizsiniz diyerek şaşkınlığını gizleyemedi. Tanışma
bitince öğretmen 

--Çocuklar kim şarkı söylemek ister dedi. Murat parmak kaldırıp söz aldı ve
dere kenarından geçtim soğuk sularından içtim türküsünü söyledi. Bu arada ilk
teneffüs zili çaldı. Öğrenciler öğretmen sınıftan çıktıktan sonra gürültü ile
sınıftan bahçeye koştu. Sınıfta Mustafa kalmıştı. O hala somurtuyordu. Bahçede
Gülsüm Murat’ın yanına gelerek 

--Oyun oynayalım mı dedi 

--Ne oynayacağız diye karşılık verdi. 

--Yakalamaca oynayalım dedi ve hadi beni yakala diye koşmaya başladı Gülsüm.
Murat’ta peşi sıra koşarak Gülsüm’ü yakalamaya çalışıyordu. Bu oyun böyle
sürerken zil tekrar çaldı. Öğrenciler doğru sınıfa girdiler. İki arkadaş soluk
soluğa kalmıştı. Mustafa hala somurtarak sırada oturuyordu. O gün okulda
öğretmen şarkı söyletip masal anlatarak, resim yaptırarak akşamı yaptı. İlk
günden öğrencileri bıktırmak istemiyordu. Değirmen de ise işler yolundaydı bu
gün çok müşteri gelmiş üç kişi işi ancak bitirebilmişti. Muhsin daha önce
traktör kullanmayı öğrenmişti. Bu yüzden İsmail Muhsin’e 

--Sen traktörü kullan ben değirmende kalayım dedi. Muhsin’de 

--Olur bey diye cevap verdi. Nazlı can ismi gibi nazlı sık sık ağlayan ama bir
o kadar de güzeldi. Başında siyah kıvırcık saçları çıkmıştı. Bu yüzden sık sık
nazara uğrardı. İkizler hafta sonları değirmene geliyor anne babaları ile bol
bol hasret gideriyorlardı. Yine Murat Nazlı can’ı çok seviyor. Köye gidince en
çok onu özlüyordu. Mustafa ise yalnız, mutsuz ve kıskanç bir çocuk olmuştu.
Onun nazarında yaşamın anlamı yoktu. Dünyadaki bütün güzelliklere düşmandı.
Okulda da hiç arkadaşı olmamıştı. Kendi başına dolaşır kendi içine kapanık bir
çocuktu. Öğretmeni de hiç sevmiyordu. Zaten okulu da sevmemişti. İlk günden
sonra öğretmen çizgi alıştırmaları yaptırmıştı. Murat bu çalışmalara özenle
katılırken Mustafa çok az katılmış defteri boştu. Bu durum öğretmenin dikkatini
çekmiş. Ama öğretmen zamanla katılır diye anlayışla karşılamıştı. Sınıfta
Mustafa gibi birkaç çocuk daha vardı. Mustafa onlarla dolaşıp arkadaş olmaya
başlamıştı. Ekim mevsimi gelince Muhsin traktörü alarak çift çubuk işlerine
başlamış. İsteyen köylülerin çiftlerini özenle sürüyordu. Bu arada Muhsin
İsmail’in yanında çalışmaya başladığı günden bu yana cebi para görmüş
ihtiyaçlarını karşılar olmuştu. Bu durumda sevdiği Zahide’nin babası onların
evlenmelerine müsaade etmiş. Aralarında söz yüzüğü takmışlardı. Düğün yaptıktan
sonra onlarda Hacı ali’den kalan evde kalmaya başlayacaktı. Muhsin dürüst ve
çalışkan bir gençti. İsmail’e ve işine bağlı bir gençti. İsmail’de bu çalışkan
genci çok seviyor, onun mutlu olması için elinden ne geliyorsa yapıyordu. Hemen
düğün hazırlıklarına başlandı. Ve son baharın son günlerinde değirmende düğün
kurularak Muhsin ve Zaide dünya evine girdi. Düğün çok coşkulu olmuştu. Civar
köylerden gelen köylüler değirmende düğün yemeklerinden yemiş davul zurna
önünde oynayarak düğüne katılmıştı. Nihayet köye gelin almaya traktör ile
gidilmiş süslerle süslenen traktör gelini alıp değirmene getirmişti. Böylece
değirmene bir aile daha yerleşmiş oluyordu. Zahide olçum anlayışlı ve çalışkan
bir kızdı. Değirmende Aysel’in en büyük yardımcısı olacaktı. Bu arada ikizler
okula alışmış Murat güzel güzel öğretmenin verdiği okuma fişlerini yazıyor.
Bazı harfleri tanıyordu. Mustafa’ da Murat kadar olmasa da o da okuyup yazmaya
çalışıyordu. Murat’ın bir çok arkadaşı olmuş onlarla okul bahçesinde bol bol
oynuyor. Hatta okuldan sonra evlere gidip birlikte ev ödevlerini yapıyorlardı.
En sevdiği arkadaşlarından biri Gülsüm’dü. Onunla çok güzel anlaşıyorlardı.
Zaman zaman Mustafa’da onlara katılıyor, onlarla birlikte ödevlerini yapıyordu.
Ama genelde haylaz arkadaşlarıyla oyun oynuyordu. İlk dönem karnelerini alınca
Murat’ın karnesi pekiyiler le doluyken, Mustafa’nın karnesi ortaydı.
Karnelerini alan ikizler ara tatili için değirmene koştular. Kışın en soğuk
günleriydi. Her yan beyaza bürünmüş. Sobaların bacalarından gürül gürül
dumanlar çıkıyordu. Artık akşamları sobaların başında insanlar çeşitli
eğlenceler düzenliyor. Vakitlerini oyunlar oynayarak geçiriyorlardı. Bu
oyunların belli başlıcaları yüzük oyunu idi. Bu oyun bir yüzüğün şapka çorap
gibi giyeceklerin evin ortasında saklanması ile iki grup halinde oynanıyordu.
Yüzüğü bulan grup bulamayan grubu yenmiş oluyordu. Birkaç defa tekrarlanan bu
oyunda dikkat ve çeviklik ön plana çıkıyordu. Kazanan kaybedenin bir tavuğunu
alıyor tavuk kesilip bir güzel elbirliği ile pişirilip yeniyordu. Kazanan da
kaybedende ziyafete konmuş oluyordu. Nazlı can gün be gün büyüyor. Artık anne
baba diyebiliyordu. Emekleyerek odayı bir baştan bir başa dolaşıyordu. Murat
kız kardeşini çok seviyor. Ona çeşit çeşit oyunlar oynuyordu. O da bu oyunlara
gülücüklerle cevaplar veriyordu. Mustafa’nın morali aldığı karne yüzünden
bozuktu. Hele babası Murat’a bisiklet sözü verince ders çalışıp başarılı
olmadığına pişman oldu. İçin için Murat’ı da kıskanmıştı. Hatice kadın
çocuklarının hepsinin yanında olmasından mutlu onlara sevdiği yemekleri yaparak
mutlu etmeye çalışıyordu. Beyaz karlar dalların üstlerine yığılmış, derenin bir
kısmı kar ve buzla kaplanmıştı. Güneş bulutların arkasında kaldığı için karlar
donmuş sert bir tabaka oluşturmuştu. Bazı bölgelerde yollar kapanmıştı.
Özellikle uzak köylerden kasabaya gidip gelenler değirmende misafir
oluyorlardı. Onlarda misafirlere gerekli özen ve ikramlarla karşılık
veriyorlardı. Bu arada derenin bazı bölgelerinde buzların altında balıklar
kalmıştı. Erhan bir balta ve kürek yardımıyla bu balıkları alabiliyordu. Önce kürekle
buzun kenarı kazılıyor. O bölge çalılarla kaplanıyor, sonra balta yardımı ile
buzlar kırılıyor. Buz kırılınca kaçacak yer bulamayan balıkları toplayıp
torbaya koyuyordu. Bu balıklar elbirliği ile afiyetle yeniliyordu. Nihayet
havalar biraz açmış yarıyıl tatili bitmişti. İkizler okula gidecekleri için
traktöre bindirilip köye götürüldü. Dedeleri ve anneanneleri onlarla hasret
giderdi. Onlarda köydeki arkadaşlarına koşarak onlarla oyunlar oynadılar.
İkizlerin köye dönmesine hele Murat’ı görünce Gülsüm çok sevinmişti. Biraz oyun
oynadıktan sonra Murat ve Gülsüm ödevlerini kontrol etmek için gülsümlerin
evine gittiler. Gülsüm’ün annesi onları sevgiyle karşılayıp önlerine kendi
eliyle yapmış olduğu çöreklerden ikram etti. İki arkadaş özenle ödevlerini kontrol
edip eksiklerini tamamladılar. İşleri bitince Murat dedesinin evinin yolunu
tuttu. Mustafa ise arkadaşlarıyla oyunlar oynayarak vaktini geçirip kir pas
içinde dedesinin evine döndü. Nenesi kendi elleriyle onun elini yüzünü yıkayıp
eve aldı. Sonra hazırlanan akşam yemeğini yemek için sofraya oturdular.
Yemekten sonra ellerini yıkadılar. Sobanın başında oturup dedelerinin anlattığı
masalları dinlemeye başladılar. Bu sırada neneleri onlara mısır patlatmıştı.
Mısırları da yiyen ikizlerin uykuları gelmişti. Neneleri onları kendi eliyle
yataklarına yatırdı. Değirmende ise Nazlı can artık dal durabiliyor. Bir
yerlere tutunarak yürümeye çalışıyordu. Annesine babasına kardeşlerinin
yokluğunu unutturmaya çalışıyordu. Evin tek sevinç kaynağı Nazlı can’dı.
Sobaları gürül gürül yanıyordu. Sobanın üstünde pişen kestaneler etrafa güzel
kokular saçıyordu. Hep birlikte kestanelerini yedikten sonra radyoyu açıp radyo
tiyatrosunu ilgiyle dinlemeye başladılar. Radyodaki piyes Aysel ve İsmail’i
oldukça etkilemişti. Vakit epey geç olmuştu. Radyoyu kapatıp yataklarına yatıp
derin bir uykuya daldılar. Mustafa o gece birden uyandı. Ertesi gün okula
gidecekti. Okulu sevmiyordu. Öğretmen kendisini zaten sevmiyordu okulda hiç
arkadaşı yoktu. Evde de kendisini kimse sevmiyordu. Okulda da hiç arkadaşı
yoktu. Bu yüzden insanları hiç sevmiyordu. Keşke kimsenin olmadığı bir dünya
olsa da Mustafa orda kendi başına yaşasa. Böyle düşüncelerle gözleri iyice
ağırlaştı. Gözlerini açamaz olmuştu. Böylece uyayakaldı. Murat sabahleyin
erkenden uyandı. Kardeşine 

--Kardeşim hadi kalk okula gideceğiz dedi. Mustafa 

--Ben okula gitmek istemiyorum ama dedi. Murat 

--Neden gitmeyeceksin kardeşim. 

--Öğretmen beni hiç sevmiyor. 

--Yok olur mu öyle öğretmen hepimizi seviyor. 

--Okulda beni kimse sevmiyor. 

--Yok sen öyle sanıyorsun, seni herkes çok seviyor. Kardeşim bende seni çok
seviyorum deyip kardeşini yataktan kaldırdı. Yanaklarına bir öpücük kondurdu.
Neneleri erkenden kalkmış kahvaltıyı hazırlamıştı. Ellerini yüzlerini yıkayıp
oturdular kahvaltı sofrasına. Sofrada tereyağı, bal, peynir vardı, neneleri
kızarmış ekmeğe tereyağı sürmüştü. Onlarda güzelce karınlarını doyurup okulun
yolunu tuttular. Okulun önü cıvıl cıvıl ana baba günüydü. Okulun ilk günü
olduğu için öğrenciler okula erkenden gelmişlerdi. Ellerinde karneler bahçede
toplanmışlardı. Her zaman olduğu gibi elinde ziliyle hademe kapıda görüldü. Ve
zili çalmaya başladı. Zil sesiyle sıra olmaya başlayan öğrenciler çabuk sıra
olup okul müdürünün konuşmasını beklemeye başladılar. Okul müdürü merdivenin başına
çıkarak başarılı bir dönem geçirmeleri için neler yapmalarını anlatan bir
konuşma yaptı. Konuşmadan sonra istiklal marşı okutularak öğrenciler sıra ile
sınıflara girdiler. İkizler aynı sıralarına oturmuştu. Karşılarında Gülsüm
oturuyordu. Gülsüm’ün yanında yeni bir öğrenci vardı. Bu kızı daha önce hiç
görmemişlerdi. Öğretmen sınıfa girince herkes ayağa kalktı. 

--Günaydın çocuklar 

--Saolun 

--Oturun dedi öğretmen öğrenciler sıralarına oturdular. Öğretmen yeni gelen
öğrenciyi yanına çağırdı. Öğrenci yanına gelince 

--Çocuklar bu yıl aranıza yeni bir arkadaşınız katıldı. Kendisini tanıyalım
dedi 

--Kızım adın ne senin 

--Saliha 

--Çok güzel bir ismin var senin Saliha. Çocuklar Saliha arkadaşınıza okulu
sevdirin oyunlarınızda onu da aranıza alın güzel güzel oynayın dedi. Bu
konuşmalardan sonra ders başladı. Öğrenciler can kulağı ile öğretmeni
dinlediler. Nihayet hademenin çaldığı zil dersin bittiğini söylüyordu.
Öğrenciler gürültü ile bahçeye çıktılar. Mustafa Saliha’yı görünce çok
beğenmişti. Siyah saçları kaşlarının üstünde perçemi kalem kaşlı. İncecik kibar
bir yüzü. Mustafa’nın yüreğini hoplatmıştı. Saliha’da ara sıra Mustafa’ya
bakmaktan kendini alamıyordu. Değirmende işler iyice durmuş köylüler kışın bu
soğuk günlerinde değirmene gelmiyorlardı. Derenin suları iyice yükselmiş, taa
tahtaya köprüye kadar ulaşmıştı. Yeni evliler iş güç olmadığı için evliliğin
tadını çıkarıyorlardı. Muhsin ve Zahide değirmenden çok memnundular. Muhsin
değirmene geldiğinden beri yokluk görmemiş, ne lazımsa ağası İsmail alıyor. Her
ihtiyaçlarını karşılıyordu. Yine Aysel kadın Zahide’ye kendi kızıymış gibi
davranıyor. Her ihtiyacını her sıkıntısını gideriyordu. Zahide ona anne
diyordu. Çünkü kendisine bir anne kadar yakın hissettiriyordu. Erhan ve eşi de
onların yanında hayatlarından memnun sadece yedikleri içtikleri ayrı
gidiyordu. İşleri nasıl paylaşıp yapıyorlarsa ekmeği de öyle paylaşıyordu.
Cemil ve hanımı ikizler geldikten sonra daha mutlu olmuşlar onların okuyup
başarılı olmaları için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hasta olmamaları için
üzerlerine titriyorlardı. İkizler okuldan gelince üstlerini çıkarıp ellerini
yüzlerini yıkıyorlardı. Sonra hazırlanan sofraya elbirlik oturup yemeklerini
yiyorlardı. Anneanneleri ne isterlerse onu pişiriyor. Dedeleri ne isterlerse
onu alıp eve getiriyordu. Hafta sonları eliyle onları değirmene götürüyordu.
Pazar akşamı babaları onları tekrar köye götürüp dedelerine teslim ediyordu.
Saliha ailesi ile birlikte büyük şehre gitmiş. Babası orda bir işe girmiş
çalışmaya başlamıştı. Ancak Saliha orda rahatsızlanmıştı. Doktorlarda babasına
sen bu kızı temiz havası bol yere götür demişlerdi. Bunun üzerine Saliha’yı
babası ve annesi köye dedelerinin yanına göndermişlerdi. O da artık bu köyde
yaşayacak, bu okulda okuyacaktı. Saliha narin ve zayıf bir kızdı. Hastalığından
dolayı dersleri de çok iyi değildi. Mehmet emmi nin tek torunuydu. Bundan böyle
ona Mehmet emmi ve eşi bakacaklardı. Ömürlerinin son günlerinde onlara bir
eğlence çıkmıştı. Okul çıkışı çocuklar evlerine  giderken Murat
Gülsüm’ e 

--Gel bize gidelim ödevlerimizi yaparız dedi. Gülsüm’ de 

--Olur annemden izin alıp geleyim dedi. Murat heyecan içinde evlerine geldi. 

--Anneanne eve arkadaşım Gülsüm gelecek birlikte ders çalışacağız iznin olursa 

--Ne demek buyursun gelsin çalışın bu arada Mustafa’ya da yardımcı olun o da
ödevlerini yapsın dedi. 

--Tamam ama Mustafa gelirse birlikte çalışırız dedi. Bu arada kapının tokmağı
çalmaya başladı. Murat koşarak kapıyı açtı. Gelen Gülsüm’ dü. Murat onu eve
davet etti. Birlikte başladılar ders çalışmaya. Bu arada Mustafa elinde okul
çantası üstünde okul önlüğü Saliha’nın peşi sıra yürüyordu. Aralarında bayağı
bir mesafe vardı. Mustafa amaçsız bir şekilde yürüyordu. Nihayet Saliha
evlerine gelip eve girince de Mustafa geri dönüp evlerinin yolunu tuttu. Eve gelince
o da Murat ve Gülsüm ile birlikte ders çalışmaya başladı. Günler böyle geçip
giderken ilk cemreler düştü sular ısındı. Hafiften erik dalları uyanmaya
başladı. Bu arada okulda bayram hazırlıkları başlamıştı. Öğretmen öğrencileri
bahçede sıraya dizerek onları yürüyüş yaptırıyordu. Boy uzunlukları aynı olan
Mustafa ve Saliha aynı sıradaydılar. Mustafa Saliha’ya 

--Sen nereden geldin diye sordu o da 

--Ben İzmir’den geldim buraya dedi 

--Mustafa İzmir çok büyüktür dedi 

--Saliha evet çok büyük dedi. 

--Bende değirmenci İsmail’in oğluyum. Bur da dedemlerde kalıyorum okul zamanı
dedi. Bu konuşmalardan sonra Mustafa ve Saliha sık sık bir araya gelip sohbet
ediyorlardı. Murat ise daha çok Gülsüm ile sohbet ediyor. Onunla birlikte ders
çalışıyor. Onunla zaman geçirmekten mutlu oluyordu. Bir sabah uyanınca
dedelerinin bahçelerindeki erik ağacını beyaz çiçeklere bürünmüş olarak
gördüler. 

Bu erkenci erik ağacı bir nevi baharı müjdeliyordu. Değirmende ise yeni sezona
hazırlık yapılıyordu. Değirmenin çarkı yağlanıyor. Bentler temizleniyordu.
Değirmenin duvarlarında meydana gelen çatlaklar onarılıyordu. Bu arada Nazlı
can annesinin kucağında evin önüne çıkıyordu. Bol bol temiz hava alıp meraklı
gözlerle etrafa bakıyordu. Cicili bicili esvaplarının içinde çok şirin gözüküyordu.
Herkes ona sevgi gösteriyor kucaktan kucağa dalaşıyordu. Bu sevgiden ve ilgiden
memnun etrafa gülücükler saçıyordu. Yine bir hafta sonu dedeleri ikizleri
değirmene getirmişti. Nazlı can’ı doya doya sevip köye geri dönmüştü. İkizlerde
Nazlı can’ı çok seviyor. Onu kucaklarından ayırmıyordu. Hele Murat nazlı can’ı
köydeyken çok özlüyor. Hafta tatilinin bir an önce gelmesini iple çekiyordu.
Değirmende hayat böyle sürüp giderken Muhsin’e eşi bir çocuklarının olacağını
müjdeledi. O da çok sevinip eşini kucakladı. Bu haberi duyan Erhan ve İsmail’
de çok sevindiler. Kadınlar yeni bebek için patik gibi örgüler örmeye
başladılar. Bu arada değirmenin çatısının daimi misafiri leylekler gelmiş
yuvalarına yerleşmişlerdi. Badem ağaçları beyazlara bürünmüş, derenin suları
yeşil rengini almıştı. Değirmenin bendine sular çevrilmiş değirmenin çarkları
yine dönmeye başlamıştı. Muhsin traktörün bakımını yapmış çift çubuk için
hazırlamıştı. İsmail’in evinin önündeki bahçede renk renk çeşit çeşit güller
açmış. Evin yanındaki asmanın dallarına sular yürümüştü. Erhan eline aldığı bağ
makasıyla asmayı bir güzel budamıştı. Nazlı can güzelce giyinip evin bahçesine
kadar çıkıyor. Çevreyi kendi gözleriyle inceliyor. Kah annesine kah babasına
gülücükler yolluyordu. Derenin yanına kurulan kaydırmaya balıklar düşüyor.
Zaman zaman bu balıklar toplanıp pişiriliyor. Değirmendekiler ziyafete
konuyordu. Dağlardan inen kar suları derenin sularını iyice artırmış derenin
çoğu yerinde suyun dibi görünmüyordu. Bu arada İsmail’in diktiği seRvi ağaçları
iyice büyüyüp boylanmış uzaklardan görünür olmuştu. Rüzgarlarda nazlı nazlı
salınıyorlardı. Zaman zaman İsmail bu ağaçları kendi eliyle sulayıp temizliğini
yapıyordu. Yine çeşmenin önünden açılan bir su kanalı bu ağaçların dibinden
geçerek onları suluyordu. Çeşme bu mevsimde gürül gürül akıyor. Taa yazın son
günlerine değin suyu hiç dinmiyordu. Gelip geçen yolcular bu soğuk güzel sudan
kana kana içip “bu çeşmeyi yapandan Allah razı olsun” diye dua ediyorlardı.
Çeşmenin suları değme menba sularına taş çıkartırcasına tatlıydı. Sırf bu sudan
içmek için insanlar yollarını değiştirirlerdi. Bir çok mahlukat bu sudan kana
kana içerdi. Mustafa Saliha okula geldikten sonra çok değişmiş derslerine
çalışır olmuş, insanlara yaklaşmış güler yüzlü hoş sohbet olmuştu. Eski
hırçınlıklarından yaramazlıklarından kurtulmuş. İçine kapanmayı bırakmıştı.
Mustafa’daki bu değişiklikler herkesin hoşuna gitmiş. Herkes onu daha fazla
sevmeye başlamıştı. Artık kırmıyor dökmüyor. Anlayışlı ve uysal bir çocuk
olmuştu. Değirmene gelince kardeşi Nazlı can’ı kucağından indirmiyor. Ona
değişik oyunlarla eğlendirmeye çalışıyordu. Saliha’nın babası köyde fazla
toprağı olmadığı için evlenir evlenmez büyük bir şehre göç etmiş orda çalışmaya
başlamıştı. Zaten askerliğini de bu şehirde yaptığından bu şehirde onu çok
tanıyan vardı. Onun için iş bulması zor olmamış. Bir apartmanın kapıcısı
olmuştu. Kapıcı dairesi apartmanın en alt katında tabiri caiz ise
bodrumundaydı. Bu yüzden güneş görmüyor. Ve rutubeti boldu. Saliha bu evde
dünyaya geldi. Annesi çevreyi fazla tanımadığı için pek onu dışarı çıkarmazdı.
Bu yüzden evin içinde hapis gibi yaşayan Saliha sık sık hastalanmış sağlıklı
bir büyüme yapamamıştı. Düzenli olarak da doktora götürülmediğinden soluk
benizli halsiz bir çocuk olmuştu. Nihayet okula başladığında okuldaki sağlık
taramasında doktorlar babasını çağırıp çocuğun ciğerlerinde sorun olduğunu bu
yüzden oksijeni bol olan bir köyde yaşamasının uygun olacağını söylemişlerdi.
Ailede bunun üzerine Saliha’yı köye dedesinin yanına göndermeyi uygun bulmuş ve
köye getirmişti. Saliha artık bur da yaşayıp bur da okuyacaktı. Babası ara sıra
dedesine çocuğun masrafları için para yolluyordu. Saliha biraz koşunca yine
hızlı yürüyünce tıkanıp kalıyor nefes almakta zorlanıyordu. Yine doktorların
verdiği ilaçları devamlı kullanıyordu. Buna rağmen derslerine çalışan hayata
bağlı sevimli bir kızdı. Bu sevimliliği öğretmenin ve öğrencilerin dikkatini
çekmiş herkes onu sevmişti. Birde şehirden geldiği için konuşması ve yeni
oyunlar bilmesi arkadaş edinmesini kolaylaştırıyordu. Sadece Mustafa değil
diğer erkek öğrencilerin de ilgisini çekiyordu Saliha. Zaman hızla geçip
giderken değirmende işler yoğunlaşmış değirmenin önünde atlar eşekler devamlı
bağlanır olmuş değirmenin taşları durmaksızın döner olmuştu. Erhan ve İsmail
durmaksızın çalışarak işleri yetiştirmeye çalışıyorlardı. O sabah radyo
dinlerken haberlerde ihtilal olduğunu ordunun yönetime el koyduğunu haberlerden
öğrenmişlerdi. Ülkenin her yerinde sıkı yönetim ilan olmuş asker ülke
yönetimini ele almıştı. İllerde ilçelerde hatta kasabalarda karakol komutanları
ülke yönetiminde söz sahibi olmuştu. Köylüler bu durumda evlerinden çıkmamaya
mecbur olmadan kasabaya inmemeye başlamışlardı. Zaten tüketimlerini kendi
imkanlarıyla sağlıyorlar sadece gaza beze ve tuza para veriyorlardı. Onları da
köydeki bakkal getiriyor ondan alıyorlardı. Havalar ısınmaya başlamış bahar
kendini iyice hissettirmişti. Cemrelerin hepsi düşmüştü. Okulda her yıl piknik
yapılırdı. Öğretmen o yıl pikniği değirmenin yanındaki alanda yapmaya karar
verdi. Çocuklara söylendi. Hazırlıklar yapıldı. Sabahtan yola çıkıldı. Marşlar
şarkılar söylenerek yürüyorlardı. Ellerinde çıkınlar. Nihayet değirmene
gelindi. Değirmendekiler onları sevgiyle karşıladı. Öğretmen İsmail’den
değirmen hakkında bilgiler aldı. Meraklı çocuklar değirmenin çevresini gezdi.
Sonra karşı düzlüğe çıkıldı. Değirmedekiler gelen misafirlere gereken ilgi ve
alakayı gösteriyordu. Onlara taze çay demleyerek ikram ettiler. Öğrenciler
kendi elleriyle yaptıkları uçurtmaları mavi göklere saldılar. Bir anda gökyüzü
renk renk uçurtmalarla doldu. En yüksekteki uçurtma Murat ve arkadaşlarının ki
idi. Mustafa’da uçurtma yapmıştı. Ama onun ki o kadar yükseklerde değildi. Bu
arada annesinin kucağında Nazlı can’da bu eğlencelere katılmıştı. Uçurtmalar
birbirlerini selamlarken bazılarının ipleri birbirine dolanıyor. Bazıları ipi
koparıp uçup gidiyor uzaklara sonra bir ağacın dalında kalıyordu. Aysel kendi
elleriyle toplamış olduğu erikleri bademleri çocuklara ikram ediyordu. Ne kadar
zaman geçti bilinmez uçurtmalardan sağ kalanlar yere indirilip acıkan karınlar
doyurulmak için sofraya oturuldu. Temiz oksijeni bol havanın etkisiyle karınlar
bir güzel doyuruldu. Sonra öğrenciler gruplar halinde çevreyi gezmeye başladı.
Mustafa Saliha’nın grubu ile birlikte geziyordu. Bir ara Mustafa ile Saliha
yalnız kalmışlardı. Orda bulunan bir kır çiçeğini koparan Mustafa çiçeği
Saliha’nın eline tutuşturdu. Saliha 

--Teşekkür ederim çok güzel bir çiçek dedi. Mustafa 

--Sizden daha güzel olamaz dedi. İki arkadaş birlikte el ele tutup yürümeye
başladı. Mustafa bütün kötülükleri unutup dünyanın ne kadar güzel olduğunu
düşündü. Saliha’nın elini tutmak bütün olumsuzlukları yok etmişti. Sıra
seRvilerin yanına geldiler. Çok susamışlardı. Mustafa elleriyle su içirdi Saliha’ya.
O da kana kana içip teşekkür etti. Gökte güneş gülümsüyordu onlara. Biraz
oturup gökteki bulutlara baktılar. Bir kartal yükseklerden uçup gitti. Sonra
yine el ele değirmene doğru yürümeye başladılar. Murat ile Gülsüm’ de birlikte
yürüyorlardı. Onlar derenin kenarında suda oynayan balıkları seyrediyorlardı.
Karşıda yüzen ördekler zaman zaman başlarını suya sokuyorlardı. Murat mutluydu.
Çok sevdiği arkadaşı yanındaydı. Bir ağacın koyu gölgesi onları güneşin
ışıklarından koruyordu. Saliha 

--Sen büyüyünce ne olmak istersin 

--Öğretmen olmak isterim 

--Neden 

--Çünkü insanlara bilgi öğretmek kadar kutsal bir şey olamaz. Düşün bir kere
hiçbir şey bilmeyen bir çocuk geliyor. Sen ona okuma yazma matematik ve hayata
dair her şeyi öğretiyorsun bundan daha kutsal ne olabilir ki. 

--Ben de doktor olmak isterim 

--Neden 

--Çünkü insanları sağlığa kavuşturmakta kutsal bir amaçtır. Bu konuşmalardan
sonra onlarda değirmene doğru yola çıktılar. Zaman dolmuştu. Öğretmen ve
öğrenciler değirmendekilere teşekkür edip çıktılar yola. Yine marşlarla
şarkılarla köye varıp evlerine dağıldılar. Mustafa ilk kez bu kadar mutlu
olmuştu. İlk kez dünyanın ne kadar güzel olduğunu düşünmüş. Dünyadaki bütün
kötülükleri silmek istemişti. Artık derslerine çok çalışıyordu. Bu durum
öğretmenin gözünden kaçmıyordu. Sınıftaki en çalışkan öğrencilerden biri
olmuştu. Yıl sonu gelmiş karneler alınmıştı. İlki kardeş mutlu ikisinin
karnesinde de pekiyiler dolu koşarcasına değirmenin yolunu tutmuşlardı.
Babaları karneleri görünce çok sevinmişti. Ertesi gün hemen kasabadan ikisine
de birer bisiklet almıştı. Onlar bu hediyeye bayılmış. Düşe kalka bisiklete
binmeyi öğrenmişlerdi. Fırsat buldukça köye ziyarete gidiyorlar. Orada
arkadaşlarıyla hasret giderip oyunlar oynuyorlardı. En çokta Saliha ve Gülsüm ’ü
görmek için köye gidiyorlardı. Muhsin traktörle harman işlerini hallediyor.
Erhan ve İsmail değirmendeki işleri görüyordu. Bu arada Muhsin’inde bir oğlu
olmuş onun adını Ali koymuşlardı. Nazlı can büyümüş artık kendi başına
yürüyebiliyordu. Çok sevimli ve tatlı bir kızdı anne baba ve abi diyerek
kendini sevdiriyordu. Bu sevimli kızı herkes çok seviyordu. Murat ve Mustafa
zaman zaman onu bisikletin önüne bindirip gezdiriyorlardı. Tatil boyunca zaman
zaman kitap okuyan Murat bazen de köye gidiyor. Oradaki arkadaşlarıyla oyunlar
oynuyor. Dedesiyle ve anneannesiyle hasret gideriyordu. Mustafa’da bol bol
kitap okuyarak tatili geçiriyor. Kimseyle tartışmıyor, kavga etmiyordu. Sanki
Saliha onu tamamen değiştirmişti. Sanki Mustafa dünyaya pembe bir gözlükle bakar
olmuştu. Saliha narin ve çok sevimliydi. Cana yakın tavırlarıyla herkesi
kendine hayran bırakıyordu. Güzel günler akıp geçmiş tatilin son günleri
gelmişti. Bir gün babaları çocuklar dedi 

--Sizlerin daha iyi okumanız için kasabada bir ev tutacağım dedeniz ve
anneanneniz ile orda kalırsınız ve daha iyi şartlarda okursunuz olmaz mı? Bu
teklif e ikizler önce şaşırdı. Ama kasaba imkanları çok iyiydi. Sadece
sevdiklerinden ayrı kalacaklardı. Tatillerde onları görmeye gidip bol bol
hasret giderebilirlerdi. Bu teklife Cemil’ de evet deyince hemen kasabadan bir
ev tutulup eşyalar yerleştirildi. Okulun açılacağı hafta da ikizler ve dedeleri
eve yerleştirildi. Köyde okulun açıldığı gün herkes ikizlerin okula gelmediğini
görünce şaşırdı. Ders başlayınca öğretmen arkadaşlarınız Murat ve Mustafa
bundan sonra kasabada okuyacaklar. Onun için aramızda yoklar dedi. Bu haber
herkesi üzmüştü. Özellikle Gülsüm ve Saliha herkesten çok üzülmüşlerdi. Saliha
şehirden geldiği zaman tanıdığı Mustafa sayesinde sıkıntılarından kurtulmuş
hayatı sevmiş gülmeyi öğrenmişti. Bunda Mustafa’nın ona olan yakın ilgisinin
payı büyüktü. Hastalığı bile geçmeye yüz tutmuşken bu haber hiç hoş olmamıştı.
Mustafa olmadan yaşamak gerçekten çok zordu. Çünkü Mustafa’yı çok seviyordu.
Onu görünce tüm dünyalar onun oluyor, bütün dertlerini unutuyordu. Ama büyükler
böyle karar almıştı. Elden ne gelirdi. Alışmaya çalışacaktı. Bu duruma
çalışacaktı ama nasıl. Okula geldiği ilk gün daha Mustafa’yı görür görmez
etkilenmiş, en çokta bakışlarına ve o sayede okulu ve arkadaşlarına hatta köye
alışmıştı. Bu sayede hastalığını acılarını unutmuş iştahı yerine gelmiş
güçlenip güzelleşmişti. Mustafa’nın varlığı bütün acılarını unutturmuş ve güç
vermişti. Dünyaya daha olumlu ve sevecen bakıyordu. Ama artık Mustafa yoktu. Nasıl
dayanacaktı. Bu yokluğa. Teneffüste bahçeye bile çıkmak istemedi. Arkadaşları
ısrarla ellerinden tuttu. Onu bahçeye çıkardılar. Ama bir tuhaftı. Canı çok
sıkkın hiçbir şey yapmak istemiyordu. Arkadaşları oyun oynamak için çok ısrar
ettiler ama o oyun oynamak istemiyordu. Arkadaşları hastalığını bildikleri için
daha fazla ısrar etmediler. Onu kendi halinde bırakıp bir oyun kurup oynamaya
başladı. O ise Mustafa’yı düşünüyordu. Acaba şimdi ne yapıyordu. O da kendisini
düşünüyor muydu. Kasabadaki okulu sevmiş miydi. Orda güzel kızlar var mıydı. Ya
bir başka güzel kız onun gönlünü çalarsa. Mustafa onu unutursa ne yapardı.
Mustafa olmadan nasıl yaşardı. Bu düşüncelerle dalmışken birden çalan zil onu
daldığı düşlerden uyandırdı. İsteksiz adımlarla sınıfa doğru yürürken hiçbir
şey yapmak istemiyordu. Şimdi yanında Mustafa’nın olmasını o kadar istiyordu ki
nereye baksa hep onun hayalini görüyordu. Sınıfa girdi. Öğretmen sınıfa girmiş
derse başlamıştı. Ama Saliha’nın ders dinleyecek hali yoktu. O sadece
Mustafa’yı düşünüyordu. Kasabada okulun ilk günü yeni okul önlükler ile ikizler
yanlarında dedeleri olduğu halde okula geldiler. Okul umduklarından daha
büyüktü. Yüzlerce öğrenci okulun bahçesinde toplanmışlardı. Küçük öğrencilerin
yanlarında anne veya babaları vardı. Küçükler okula başlayacakları için
heyecandan yerinde duramıyordu. Bazıları avazı çıktığı kadar ağlıyorlardı.
İkizlerde heyecan içindeydiler. Dedeleri onları okulun bahçesine kadar getirip
sonra geri dönüp evine gitti. İkizler bir köşeye çekilip zilin çalmasını
beklemeye başladılar. Okula gelen öğrenciler gittikçe artıyor.
Kalabalıklaşıyordu. Nihayet mavi önlüklü bir adam elinde bir zil ile merdivende
görüldü. Ve elindeki zili sallamaya başladı. Zilden tiz bir ses bütün okulun
bahçesinde duyulmaya başladı. Öğrenciler sınıflara göre sıra oldular. İkizler
3,cü sınıfların arkasında beklemeye başladılar. Toplanan öğrenciler beden
eğitimi öğretmeni komut vererek onların düzgün sıra olmalarını sağladı. Kürsüye
gelen okul müdürü okulun açılış konuşmasını yaptı. Sonra istiklal marşı ve and
okunarak öğrenciler sınıflarının yolunu tuttu. Okulun müdür yardımcısı eliyle
onları işaret ederek siz gelin buraya diye seslendi. Heyecan ve korkulu
adımlarla ona doğru yürüdüler. Müdür yardımcısı onlara siz ikiniz B şubesine gidin
sınıfınız bundan sonra orası orda eğitim öğretime devam edeceksiniz dedi.
Onlarda kapılara bakarak 3/B şubesinin kapısını çaldılar. İçerden tok bir ses
gel diye bağırdı. Korka korka kapıyı açıp içeri girdiler. Öğretmen buyurun
dedi. Onlarda öğretmenim biz bu sınıfın öğrencisiyiz bu okula yeni geldik
dediler. Öğretmen elindeki listeye bakarak evet siz Murat ve Mustafa’sınız
sınıfa hoş geldiniz dedi. Onlarda öğretmenin gösterdiği masaya doğru yürüdüler.
Çantalarını masalarının altına koyarak sıralarına oturdular. Burası köydeki
okula hiç benzemiyordu. Sınıftaki öğrenciler daha temiz ve bakımlıydı. Öğretmen
onları sınıftaki arkadaşlarına tanıttı. Sınıfın duvarları derslerle ilgili
afişlerle doluydu. İkizler şaşkın gözlerle sınıftaki öğrencileri süzerken, sınıftaki
öğrencilerde onları meraklı gözlerle inceliyordu. Nihayet ders bitiş zili
çaldı. İkizler heyecan ve şaşkınlıktan dersin nasıl geçtiğini bile
anlayamadılar. Teneffüse çıkıp ikisi bir duvar dibinde pusup kaldılar. Okulun
bahçesi cıvıl cıvıl koşan oyun oynayan çocuklarla doluydu. Köydeki okulunda
tadı yoktu. İkizlerin yokluğu kendini belli ediyordu. Özellikle Gülsüm ve
Saliha çok durgunlardı. İkizlerin yokluğu onları bayağı etkilemişti. Zaman
zaman oturdukları sıraya bakıp hayallere dalıyorlardı. Eskisi gibi oyunları
zevkli oynamıyorlardı. Ama hayat devam ediyor. Zaman geçiyordu. Dersler
başlamış sınavlar yaklaşmıştı. Bu durum öğretmenin de dikkatini çekmişti.
Değirmen de hayat devam ediyordu. İyice yaşlanan Erhan sadece işi tarif
ediyordu. İsmail ve Muhsin değirmenin işlerini birlikte görüyorlardı. Muhsin
traktörle çalışmaya gidince gündelik işçiler bulunarak değirmendeki işleri
görüyorlardı. Bu arada Nazlı can kendi başına yürüyebiliyordu. İsmail zaman
zaman karşı yamaçtaki çeşmenin yanına gidiyor, çeşmenin ahırını temizliyordu.
Sıra serviler boy salmış rüzgarda nazlı nazlı salınıyordu. Okul çıkışı doğruca
evlerine giden ikizler üstlerini değiştirip günlük ödevlerini yapmaya
koyuldular. Ödevlerini yapan iki kardeş yan sokakta bulunan parkta oynamak için
evlerinden dışarıya çıktılar. Parkta bir çok çocuk oyun oynuyorlardı. Onlar
dolaba bindiler. Salıncakta salındılar. kaydırakta kaydılar. Bu sırada
sokakları bir ses yırtarcasına çınlatıyordu. Bu seste kasabaya gelen bir filmin
tanıtımı yapılıyordu. Bir araba üzerine konulmuş hopörlerden filmin tanıtımı
yapılıyordu. Araba ara sıra duruyordu. Bu arada arabanın etrafına çocuklar
sarıyordu. İkizlerde arabanın etrafını sardılar. Afişte bir aşk filmi
tanıtılıyordu. İkizler daha önce hiç sinemaya gitmemişlerdi. O akşam sinemaya
gitmeye karar verdiler. Sabırsızlıkla akşamı beklerken bir yandan da parkta oyun
oynuyorlardı. Nihayet sinemanın açılacağı saat gelmişti. Doğruca sinemanın
yolunu tuttular. Sinemanın önü ana baba günü gibi kalabalıktı. Bilet gişesinin
önünde uzun bir insan kuyruğu oluşmuştu. Onlarda kuyruğa girip sıra gelince
biletlerini ve çekirdeklerini alıp sinemaya girdiler. Sinema açık havada bir
bahçe sineması idi. Etraf alacakaranlıktı. onlarda önlerden bir sıraya oturup
filmin başlamasını beklemeye başladılar. Nihayet ışıklar söndü. Film başladı.
Duygusal bir aşk filmi başlamıştı. İkizler dikkatle filmi izliyorlardı.
Dünyadaki gelişmeler ülkede de kendini göstermiş bu nedenle köyün kahvesine bir
televizyon alınmış, köylüler kadın erkek demeden filmi izlemeye başlamışlardı.
Küçük ekranda insanlar çok küçük görünüyorlardı. Köyde elektrik olmadığı için
bir akü ile televizyon çalışıyordu. Köylüler meraklı gözlerle televizyondaki
filmi izliyorlardı. Kasabadaki sinemadaki film bitmiş gece olmuştu. Mehtaplı
bir geceydi. İkizler filminde etkisiyle sokaklarda yürüyorlardı. Ayın mehtabı o
kadar parlaktı ki gölgeler de bile en küçük cisimler fark ediliyordu. 

Yürüye yürüye parka gelen ikizlerin uykusu yoktu. Parkın duvarlarına tırmanarak
oturdular. Gökteki ışıldayan yıldızlara bakıp hülyalara daldılar. Mustafa
Saliha’yı düşünmeye başladı acaba şimdi ne yapıyordu. Acaba kendisini
unutmuş muydu. Sağlığı nasıldı. Hastalığı geçmiş miydi. Yoksa hastalığı daha da
artmıştı. El ele kırlarda dolaştığı günler aklına geldi. Hele bir ağacın
gölgesinde oturup hayaller kurmaları… hayalleri gecenin mehtabına karışıp
gitti. O sırada Murat’da mehtabın etkisiyle Gülsüm’ü düşünüyordu. Acaba şimdi
ne yapıyordu. Köyde ki okulda dersleri nasıldı. Ah şimdi yanında olsa ne
olurdu. Köy kahvesinde televizyondaki film bitmiş televizyon kahveci tarafından
kapatılmış. Köylüler evlerinin yolunu tutmuşlardı. Saliha televizyondaki
filmden çok etkilenmiş hele filmde oynayan hasta kız onu çok etkilemişti. O
kızın kaderini kendi kaderine benzetmiş. Kendisinin de hasta olduğunu düşünerek
bu hastalıktan kurtulamayacağı fikrine ulaşmıştı. Zaten son günlerde iyice
zayıflamış iştahı kesilmiş kendini çok kötü hissediyordu. Aslında ölümden
korkmuyordu. Ama o ölürse Mustafa onsuz nasıl yaşardı. Unu unutup başka bir sevgili
bulup mutlu olur muydu. Mustafa böyle bir hastalığa yakalansa Allah göstermesin
ölse kendisi yaşayamaz. Mustafa’nın ardı sıra o da ölüp airette Mustafa’sına
kavuşurdu. Saliha umutsuz ve yorgun yarı ölüm olan uykuya dalıp gitti. Saliha
gittikçe zayıflıyor, iştahtan kesiliyor sarı benziyle çocukluğun vermiş olduğu
coşkuyu bile yaşayamıyordu. bu hali dedesinin dikkatini çekti. Hemen 

kızı alıp bir doktora götürdü. Kızı iyice muayene eden doktor kızı dışarı
çıkarıp dedesi ile yalnız kalınca 

--Şimdiye kadar neredeydiniz 

--Ne oldu ki bey neyi var kızın 

--Neyi olacak hastalık iyice ilerlemiş hemen hastaneye yatması gerekiyor 

--Siz bilirsiniz bey 

Hemen yatış işlemleri yapılıp Saliha hastaneye yatırıldı. Kolundan bir serum
takıldı. Hafta sonu değirmene gelen ikizler anne ve babaları ile hasret
giderdiler. Her gelişlerinde biraz daha böyümüş kardeşlerini bol bol öpüp
okşadılar. Annelerinin hazırlamış olduğu yiyeceklerden yiyerek karınlarını
doyurdular. Sonra bisikletlerine binip doğruca köyün yolunu tuttular. Öylesine
sevinç ve heyecanla köye sürdüler ki bisikletlerini sanki onları köyde
bekleyenler varmış gibi. Murat için gerçekten bekleyen Gülsüm vardı. Ama
Mustafa için durum böyle değildi. Gülsüm Murat'ı her zaman beklediği yerde
beklerken heyecan içindeydi. Murat'ı karşıdan bisiklet ile gelirken sanki kalbi
yerinden fırlayıp çıkacak gibi yerinde duramıyor. Çarpıyorda çarpıyordu. Nihayet
Murat yanına gelince 

--Nerde kaldın bunca zamandır seni beklemekten yoruldum. 

--Gelemedim kolay değil derslerden fırsat bulamadım. 

--Bende bir şehirli kız bulup beni unuttun sandım. 

--Yok olur mu sen unutulacak kadar çirkin bir kız mısın, benim dünya
güzelimsin. Ölürüm de seni unutamam 

--Ha şöyle yüreğime soğuk sular serptin ben sensiz yaşayamam sen beni unutursan
ben ölürüm inan 

--Ya ben ya sensiz yaşayabilir miyim. seni nasıl özlediğimi bir bilsen
rüyalarımda hep sen vardın hep inan bu sözler Gülsüm'ü o kadar mutlu etmişti ki
neredeyse sevinçten ağlayacaktı. Başını sevdiğinin göğsüne yasladı. Sonsuz bir
mutlulukla tatlı hülyalara daldı. Murat onun kınalı saçlarını okşayarak bu
mutlu anın tadını çıkarıyordu. Zaman sanki durmuş iki sevgilinin mutluluğuna
şahitlik ediyordu. Karşıki çalılığa bir sarı kanarya konmuş o güzel sesiyle
ötüyordu. Sanki bu mutlu anı güzel sesiyle şenlendiriyordu. İki sevgili bu
şekilde ne kadar kaldılar bilinmez güneş çoktan tepelerin ardına saklanmıştı.
Suların rengi kararmaya yüz tutmuştu. Heyecan içinde bisikletini süren
Mustafa Saliha ile her zaman buluştukları yere gelmişti. Saatlerce bekledi
bekledi fakat Saliha bir türlü gelmedi. Mustafa üzgün ve kızgın bir şekilde
köye doğru bisikletini sürmeye başladı. Yolda okul arkadaşı Metin'i gördü. Ona 

--Saliha'yı gördün mü diye sordu. O da 

--Senin haberin yok mu Saliha hastaneye gitti. Çok hasta oldu onu hastaneye
yatırmışlar çok hastaymış çok dedi. Bunları duyan Mustafa yıkılmış, şaşırmış
eli ayağına dolanmış üzün bir halde ne yapacağını şaşırmıştı. Bisikletini hızla
değirmene doğru sürdü. Mustafa değirmene geldiğinde perişan haldeydi. Bu durum gören
aile korku ve panik içinde Mustafa'ya ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Mustafa
kimseye bir şey söylemeden doğru yatak odasına gitti ve yattı. İsmail 

--Varmayın üstüne gençtir. Kendisi zamanı gelince anlatır. dedi. Mustafa yatağa
kendini nasıl attı. Bilinmez kan ter içinde kalmıştı. Uyumak istiyor, uyuyup
her şeyi unutmak ya da her şeyin bir rüya olmasını uyanınca da her şeyin yine
eskisi gibi olmasını o kadar istiyordu ki Nasıl olurdu. o hayat dolu Saliha
hasta olurdu. O sevgi dolu hayat dolu kız hastaneye yatardı. Çok ciddi bir
hastalığı olmasa onu hastaneye yatırmazlardı. O gece hemen hemen hiç uyku
uyuyamayan Mustafa dalıp dalıp gidiyor ve her dalışında bir kabusla uyanıyordu.
Nihayet sabaha karşı uyuya kaldı. Annesi sabah kahvaltısı için uyandırmak istedi
ama o kadar derin uykudaydı ki uyandırmadan kapıyı kapatıp gitti. Böyle ne kadar
uyudu bilinmez uyanınca vakit çoktan öğleyi geçmişti. Güçlükle kalkıp elini
yüzünü yıkadı. Aile henüz öğle yemeğini yememişti. Hazırlanan yemek ailece
yendi. İkizlerin gelmesi en çok Nazlı can’ı sevindirmişti. Bir murat abisinin
kucağında bir Mustafa abisinin kucağında mutluluğun tadını çıkarıyordu. Ama
Mustafa’nın durgunluğu herkes gibi onunda gözünden kaçmamıştı. Yemekten sonra
ikizler bisikletlerine bindiler. Nazlı can da Murat ağabeyinin arkasına binmiş
Murat ağabeyi onu gezdiriyordu. Mustafa hızla bisikletini kasabaya doğru sürdü.
Ne yapıp ne edip Saliha’yı görmeliydi. Hiçbir şeye aldırmadan kilometrelerce
yolu bisikletle gitti. O kadar yorulmuştu ki ayakları pedalları çevirmeye
zorlanıyordu. O hiçbir şey hissetmeden bisikleti sürüyorda sürüyordu. En
nihayet akşam olmuş kasabanın ışıkları uzaktan görünür olmuştu. Kasabaya varan
Mustafa bisikleti doğru hastaneye doğru sürdü. Uzaktan hastanenin solgun
ışıkları yanıyordu. Bisikletini hastanenin bir kenarına koyan Mustafa doğruca
danışmadaki hafif şişman beyazlar içindeki hanımın yanına gitti. Hanıma 

--Abla burada Saliha adında bir hasta yatıyormuş öylemi diye sordu kadın başını
kaldırdı dikkatlice yüzüne baktı. Sonra elindeki defteri karıştırmaya başladı.
Birkaç sayfa karıştırdıktan sonra evet üç gün önce gelmiş. İkinci kattaki
kadınlar koğuşunda dedi. Mustafa heyecanla görebilir miyim abla dedi. Kadın
dikkatlice yüzüne baktı. Mustafa o kadar üzgün ve yalvaran bir sesle sormuştu ki
kadın hayır diyemedi. Sadece fazla kalma yanında diyebildi. Koşar adımlarla
merdivenleri çıkıp kadınlar koğuşunun kapısına vardı. Odada Saliha’dan başkası
yoktu. Aniden Mustafa’yı karşısında görünce hem sevinmiş hem de şaşırmıştı.
Beyaz mavi renkli pijamaların içinde oldukça zayıf ve halsiz görünüyordu.
Zayıflığı yüzündeki gamzeleri iyice belirgenleştirmişti. Mustafa’ya sen nerden
bulup geldin buraya kimden duydun hasta olduğumu gibi art arda bir çok soru
sormuştu. Mustafa konuşmaya çalışıyor fakat şaşkınlıktan kekeliyordu. Yorgundu,
uykusuzdu ve şaşkındı. Saiha’nın morali yerine gelmişti. Mustafa’nın gelmesi
ona ilaç gibi gelmişti. Gözlerinin içi gülüyordu. Mustafa sadece 

--Ne oldu sana neden hasta oldun diyebildi 

-- Ben zaten hep hastaydım alıştım artık dedi 

--İyi olacaksın sen iyi olacaksın doktorlar seni iyi edecek ben buna inanıyorum
dedi. Bu sırada usul usul duyulan bir ayak sesi hastanenin içinde yayılıyordu.
Gelen danışmadaki hemşireydi. Odaya girince 

--Delikanlı bu günlük bu kadar yeter. Mustafa bu uyarıdan sonra Saliha’ya veda
edip hastaneden ayrıldı. Bahçedeki bisikletine binip bütün yorgunluğuna rağmen
değirmenin yolunu tuttu. Bunca yaşanan şeyden sonra Mustafa bisikletini nasıl
sürdüğünü bilmiyordu. Yorgunluğunu hissetmiyordu bile. Vakit akşam olmuştu.
Bereket bisikletin lambası yolu aydınlatıyordu. Gece yarısına doğru değirmene
gelebildi. Ev halkı henüz yatmamıştı. Nerde kaldığını sordular o da dolaştım
biraz demekle yetindi. Ama yorgunluktan kendini yatağa zor attı. Ayakları
sızlıyordu. Hemen cicik deliksiz bir uykuya daldı. Rüyasında Saliha derenin
kenarındaki dehlizin yanında bekliyor beni kurtar diye ona sesleniyordu.
Beyazlar içinde saf bir melekten farksızdı. Bu karabasanlarla uyandı.
Sırılsıklam ter içinde kalmıştı. O kadar ki yatağı bile ter içindeydi. Murat
kardeşinin bu haline anlam veremiyor. Ama sormaya da cesaret edemiyordu.
Değirmende yazdan kalma bir güne merhaba demişlerdi. Kahvaltıdan sonra ikizler
ve Nazlı can birlikte dolaşmaya çıktılar. İstikametleri sıra servilerdi. Oraya
doğru gittiler. Yol kenarlarında sararmaya yüz tutmuş çimenler ve yaban otları
vardı. Bir serçe daldan dala atlayarak onları takip ediyordu. Nihayet çeşmenin
yanına gelmişlerdi. Nazlı can bu yolu ya Mustafa’nın ya da Murat’ın kucağında
gelmişti. O kadar mutluydu ki hep gülüyordu. Çeşmenin yanına gelmek için uzun
ve yorucu bir yolculuk yapan ikizler yorulmuştu. Çeşmeden kana kana su içerek
ellerini yüzlerin bir güzel yıkadılar. Sonra bir ağacın gölgesine oturdular. Bu
arada Nazlı can onlara çiçek topluyordu. Karşıda servi ağaçları esen rüzgarda
nazlı nazlı salınıyorlardı. Derenin sesi buralara değin geliyordu. Yol
yürümenin yorgunluğu ve temiz hava karınlarını acıktırmıştı. Yanlarında
getirdikleri sepetten annelerinin kendileri için yapmış olduğu kurabiyeleri bir
örtünün üzerine çıkararak yemeye başladılar. Gökyüzü masmavi küme küme beyaz
bulutlarla kaplıydı. Nazlı can bir bulut kümesini eliyle göstererek 

--Bakın bakın koyun sürülerine bakın diye bulutları gösteriyordu. Hepsi katıla
katıla güldüler. Hepsinin neşesi yerindeydi. Yalnız Mustafa çok durgundu. Zaman
zaman dalıp dalıp gidiyordu. Yiyeceklerini neşe içinde yediler. Bir güzel
dinlenip yine geldikleri yoldan değirmene döndüler. Değirmenin önünde
müşterilerin atları merkepleri bağlı olarak bekliyorlardı. Değirmenin taşları
gürültülü dönerek tahılları un haline getiriyordu. Nazlı can’ın elinde annesi
için toplamış olduğu kır çiçekleri vardı. Anneleri onları her zaman ki gibi
güler yüzle karşıladı. Hep birlikte evlerine girdiler. Akşam yemeklerini yedikten
sonra babaları onları traktöre bindirip doğruca kasabaya götürdü. Hatta
yanlarında anneleri ve Nazlı can’da vardı. Yine anneleri onların kasabada
yemeleri için pastalar, börekler hatta kurabiyeler hazırlamıştı. Kendi
elleriyle onları kasabadaki evlerine yerleştirip dedelerine ve anneannelerine
teslim edip değirmene döndüler. İkizler anne ve babaları gittikten sonra
doğruca yataklarına gidip yattılar. Murat hemen deliksiz bir uykuya dalarken
Mustafa’yı bir türlü uyku tutmuyordu. Gözlerinde Saliha’nın halsiz hasta hali
gözlerinin önünden gitmiyordu. Ne zaman gözlerini yumsa Saliha’nın hayali
gözünün önüne geliyordu. Bu böyle ne kadar sürdü bilinmez gecenin bir yerinde
yorgun ve bitkin bir şekilde uyuyup kaldı. Sabah hazırlanıp doğruca okullarına
gittiler. Mustafa sınıfa girip çantasını sıranın altına koyup okuldan ayrıldı.
Yakasından kravatını çıkarıp cebine koydu. Doğruca hastanenin yolunu tuttu.
Hastane önünde ki çiçekçiden bir tane çiçek alarak danışmaya yöneldi. Danışmada
bu sefer başka bir kadın duruyordu. Bu kadın incecik siyah saçlı ve ciddi
birine benziyordu. Mustafa Saliha hanımı görmek istiyorum dedi. Kadın kaşlarını
çatarak şu an ziyaret saati değil göremezsin dedi. Mustafa yalvaran bakışlarla
görevliye baktı. Kadın gayet ciddi bir şekilde olmaz gibisinden başını iki yana
salladı. Mustafa elindeki çiçeği görevliye vererek bunu Mustafa gönderdi
dersiniz dedi. Ve hastaneden ayrıldı. O sırada Saliha odanın penceresinden
bahçeyi izliyordu. Mustafa’yı görünce kalbi heyecanla çarpmaya başladı. Mustafa
doğruca hastanenin yanında bulunan koruluğa giderek beklemeye başladı.
Saliha’nın odasına gelen görevli elindeki çiçeği ona uzatarak bunu size bir
delikanlı gönderdi dedi. Saliha mutluluktan uçacak gibi oldu. Bütün acılarını
unuttu. Mustafa bir ağacın köküne yaslanıp beklemeye başladı. Uykusuz gözleri
kapanıp onu tatlı bir uykuya götürdü. Böyle ne kadar uyudu bilinmez hayır hayır
diyerek uykudan uyandı. Saatine baktı. Ziyaretçi saati gelmişti. Hemen
hastaneye koşar adım giderek doğruca Saliha’nın odasına ulaştı. Saliha yalnız
bir şekilde dalgın dalgın yatağında oturuyordu. Mustafa’nın geldiğini görünce
toparlanıp ona elini uzatıp hoş geldin dedi. O da geçmiş olsun dedi. Karşı
köşede bulunan beyaz boyalı demir sandelyeyi çekip Saliha'nın yanına oturdu.
Saliha'nın neşesi yerine gelmişti. Gözlerinin içi sevgiyle parlıyordu. Mustafa
hiç konuşmadan gözlerine bakıyordu öylece. Konuşmasına gerek yoktu bu bakışlar
zaten her şeyi anlatıyordu. Mustafa her şeyi unutmuş sadece Saliha için yaşar
olmuştu. Birbirlerinin gözlerine böyle ne kadar baktılar bilinmez bir ses bu
büyülü ortamı sonlandırdı. Bu sesin sahibi ziyaret saatinin bittiğini haykıran
görevliden başkası değildi. İsteksizce yerinden kalkan Mustafa kapıya doğru
yöneldi. Saliha yerinden kalkmak istedi. Ama Mustafa buna izin vermek istemedi.
Fakat Saliha yerinden kalkarak onu kapıya kadar geçirdi. Parlak badanalı
duvarların boyunca yürüyen Mustafa ilk kez çaresizlik ve umutsuzluğun bu kadar
ağır bu kadar yorucu olduğunu hissetmişti. Güçlükle merdivenlere kadar ulaştı. Merdivenlerin
korkuluklarına tutunarak inerken hayatın bütün acılarını çaresizliklerini
omuzlarında hissediyordu. Ne zaman dış kapıya vardı, ne zaman hastaneden çıktı.
Farkına varmadan kendisini şehrin sokaklarında buldu. Gayesiz ve amaçsızca
yürüyordu. Böyle ne kadar yürüdü bilinmez kendini şehrin dış mahallesine
varmıştı. Burası yoksul insanların yaşadığı yerlerdi. Çoğu ev tek katlı derme
çatma basit gelişi güzel yapılmıştı. Çoğu bahçeli olan evlerin arasından geçti.
Yeşil ağaçlarla kaplı yolda durmaksızın yürüyordu. Buraları daha önce hiç gör
memeşti. O zaman her şeyi unutmuş okulu öğrenciliği hepsi gerilerde kalmıştı.
Artık şehrin evleri gerilerde kalmış kendini bağların bahçelerin arasında
bulmuştu. Kulaklarına şarıltıyla akan derenin suları geliyordu. Bir anda
kendisini derenin kenarında buldu. Yorulmuştu. Derenin duru sularında elini
yüzünü yıkadı. Hava oldukça sıcaktı. Bir ağacın gölgesine bıraktı kendini.
Dalıp gitti derin bir uykuya. Böyle ne kadar zaman geçti bilinmez Mustafa
uyandığında hava çoktan kararmıştı. Çabuk toparlandı. Hızlı adımlarla koyu
gölgeli yoldan gerisi geri şehre doğru döndü. Murat çoktan eve gelmiş dedesi ve
anneannesi ile Mustafa’yı bekliyorlardı. Mustafa gelince sofra atıldı. Akşam
yemeğinde hiç kimse konuşmadı. Yemekten sonra odalarına çekilen ikizler kendi
aralarında konuşmaya başladılar. 

--Bu gün okula gelmedin 

--Evet hastaneye gittim. Saliha hastanede yatıyor onu ziyaret ettim. 

--Okulda öğretmenler hep seni sordu. 

--Olabilir ben hastaneye gittim ne yapabilirim o hasta iken okula gidemedim. 

Bu konuşma daha fazla uzamadı. Mustafa yine ceketini giyip çıktı yola. Hastane
evlerinin olduğu yere bayağı uzaktı. Ama o buna aldırmadan doğruca hastanenin
yolunu tuttu. Şehrin evlerinde perdeler kapanmıştı. Sokak lambaları yanmış sokakları
aydınlatıyordu. Karşıdan hastanenin ışıkları görünüyordu. Mustafa hastanenin
kapısına gelince bahçe kapısının kilitli olduğunu gördü. Hastanenin arkasındaki
yoldan giderek Saliha’nın bulunduğu odaya baktı. Odada ışık yanmıyordu. Demek
ki Saliha uyumuştu. Bir yer buldu. Ceketini çıkarıp yere sererek üstüne oturdu.
Gözü hastanenin penceresindeydi. Işıklar yansa Saliha pencereye çıkıp bir baksa
bekledi bekle di. Fakat Saliha’nın bulunduğu odanın penceresinde bir türlü ışık
yanmıyordu. Karşıki tepelerin ardından bütün haşmetiyle ay çıkmıştı. Mehtap o
kadar aydınlıktı ki gündüz olsa ancak bu kadar aydınlık olabilirdi. Etrafta
alabildiğine sessizlik gece her şeyi sinesine çekmişti. Sanki Mustafa ve evren
yalnızdı. Tam dua edecek vakitti. Allaha dua etmeye başladı. Tüm dualarında
Saliha ve onun sağlığı vardı. Zaten dünyadaki bütün dileği Saliha idi. Tek o
iyi olsun sağlığına kavuşsun başka Allahtan ne dileyebilirdi ki. Bu şekilde ne
kadar kaldı Mustafa karşıdaki hastanenin tüm ışıkları söndü. Usulca yerinden kalkıp
evinin yolunu tuttu. Eve vardığında Murat çoktan yatmıştı. O da pijamalarını
giyip yatağa girdi. Uykusu yoktu. Saliha’nın solgun hastalıklı yüzü gözünün
önünden hiç gitmiyordu. Ama gözleri o kadar canlı ve sevecen bakıyordu ki.
İnsanın bu kızı sevmemesi imkansızdı. Saliha'yı tanıdığı ilk günler aklına
geldi. Okula ilk geldiği gün meraklı gözlerle çevreye bakışı okuldaki
arkadaşlarına kendini kabul ettirip sevdirmesi ve herkesin sevgili arkadaşı
olması... Sonra Mustafa'nın onu deli gibi sevip aşık olması o mutlu günler
hayalinde canlandı. O güzel günlerin içinde kaybolup gitti. böylece deliksiz
bir uykuya dalıp gitti. Saliha Mustafa gidince o kadar mutluydu ki bütün
hastalığını, derdini unuttu. sevmek sevilmek ne güzel şeydi. Hayata daha bir
bağlanmak istedi. Mustafa onu seviyor, çiçekler getiriyor. ona önem veriyordu.
O da Mustafa'yı seviyordu. Saliha gözlerini odanın beton tavanına dikti. öylece
hayallere dalıp gitti. Hastanenin kurşun rengi penceresinden acı bir rüzgar
sesi geliyordu. Bu ses onu ürkütmüştü. yorganı başına çekip yastığın altında
gözlerini yumdu. Zaten az sonra ayak sesleri duyuldu hastane görevlisi yanan
ışığı söndürüp odadan çıktı. Hastanenin bütün ışıkları sönmüş hasteneye derin
bir sessizlik çökmüştü. Hastanenin karşısında Saliha'nın penceresine bakan
Mustafa pencerenin ışığı sönünce durgun adımlarla evlerinin yolunu tuttu. vakit
gece yarısını çoktan geçmişti. şehrin çoğu evlerinde evlerin ışıkları sönmüştü.
Sadece sokak lambaları yanıyordu. Mustafa umarsız ve yorgun adımlarla sokak lambalarının
aydınlattığı aydınlıklardan geçerek evinin yolunu tuttu. Murat çoktan uyumuştu.
usulca yatağına yatarak derin ve deliksiz bir uykuya daldı. O tarifsiz
sancılarla uyanan Saliha can havliyle haykırıyordu. o kadar acılı haykırıp
bağırmıştı ki görevli hemşire koşarak odaya geldi. Saliha ateşler içinde
yatağında çırpınıp duruyor ve anlamsız şeyler sayıklıyordu. Hemşire koşarak
nöbetçi doktorun odasının kapsını çaldı. 

--Doktor bey doktor bey 7 numaradaki hasta çok kötü diyebildi. Doktor odasından
çıkıp koşar adım 7 numaralı odaya ulaştı. Gerçekten Saliha kendini bilmez bir
halde çırpınıp duruyordu. dudaklarından anlamsız sözler çıkıyor. Ne dediğini
kimse anlamıyordu. Doktor ateşine baktı, nabzını ölçtü. yapacak bir şey yok
sanırım hastayı kaybediyoruz dedi. az sonra da Saliha çırpınarak son nefesini
verdi. Genç kızın cansız bedeninin üstüne bir çarşaf örten doktor: yapacak bir
şey yok sabah ailesine teslim ederiz dedi. hastane koridorları yine sessizliğe
büründü. acı haber çabuk duyulur derler ya Saliha'nın acı haberi köye çabuk
gelmişti. Köyün sigara dumanlarıyla duvarları karalar kaplamış tek odalı
postanenin telefonu acı acı çaldı. Yaşlı postacı telaşla telefonu kaptı. Alo
dedi karşıdaki ses 

--hastanemizde yatmakta olan Saliha hakkın rahmetine kavuştu ailesine haber
verin dedi. Telefonun kara ahizesi Postacı Mehmet'in elinden düşüverdi.
postanenin sıvaları dökülmüş tek göz Odası buz kesti. Uzun süre öylece
kalakalan postacı nihayet kendine geldi. Ve hemen Saliha'nın dedesinin evine
koştu kırık dökük tahtadan evin kapısını hızlı hızlı vurdu. Saliha’nın dedesi
kapının gürültülü bir şekilde vurulmasından kötü bir şeylerin olduğunu
anlamıştı. Endişeli bir şekilde yatağından kalkıp kapıyı açtı .Postacı Mehmet'in
ağlamaklı sesi 

--Başın sağ olsun amca kızımız Saliha'yı kaybettik dedi. bunu duyan yaşlı
adamın gözlerinden yaşlar boşandı ne diyeceğini ne yapacağını şaşırdı. orada ki
oturak taşının üstünde oturup kaldı. postacı Mehmet adamın haline acıdı ama
Saliha’nın cenazesin köye getirilmesi gerekiyordu. Köyde de değirmenci
İsmail’den başkasında traktör yoktu. Adamın haline acıyan postacı Mehmet
doğruca ahırının yolunu tuttu. ahırın kapısına vardığı zaman burnuna ağır bir
gübre kokusu doldurdu. Acele atın sırtına atlayıp değirmenin yolunu tuttu.
gece karanlık ve soğuktu. postacı Mehmet’in atı rahvan adımlarla değirmene doğru
hızla gidiyordu. dalların arasından soğuk bir rüzgar esiyordu. değirmene
yaklaşınca köpeklerin havlamaları duyuldu. değirmenci yeni yatmıştı kan ter
içinde kalan at yorulmuştu değirmene varır varmaz attan atlayan postacı Mehmet
atı bir ağaca bağladıktan sonra değirmenin yanındaki evin kapısına hızlı hızlı
vurdu. bir iki dakikalık bekleyişten sonra evden kim o diye bir ses duyuldu
postacı da benim postacı Mehmet diye seslendi. az sonrada evin kapısı açıldı.
İsmail hayırdır postacı dedi postacı Saliha kız dedi ölmüşte sesi umutsuz ve
donuktu. hastaneden aradılar cenazeyi alın diye bende size koştum bir zahmet
sabinin cenazesini alıversek İsmail tamam dedi sen git köye bende birazdan
gelirim dedi İsmail yatak odasına dönünce çok üzgündü nede olsa ölen hayatın
baharında bir insandı hanımı ne oldu dedi o da Saliha kız ölmüş cenazeyi almaya
gidiyoruz dedi. evden çıktı. traktörü çalıştırdı. bir canavar uluması şeklinde
bir ses gecenin sessizliğini alıp gitti. traktörün lambaları ta uzaklara değin
aydınlatıyordu. karanlık gecede traktör sesi köylülerin uykularını böldü.
Traktör Salihaların evine varınca durdu. Evin önünde postacı Mehmet ve
Saliha’nın dedesi bekliyordu. Hemen traktöre binip düştüler yola traktör
gürültülü bir şekilde çalıştı. Ve ışıkları gecenin karanlığını yarıp gitti. O
gece hastanede mesai devam ediyordu. Saliha’nın küçücük bedeni kefenlenip
sarılıp hastanenin morguna kaldırılmıştı. Hastanenin buzdan soğuk morgunda
sessiz ve ürkütücü bir yalnızlık vardı. Uzaklardan hastanenin solgun ışıkları
görülüyordu. Yatağına yattığı vakit çok yorgun olan Mustafa hemen uykuya dalmış
korkulu bir rüya görüyordu. Rüyasında Saliha’yı beyaz bir gelinlik içinde
görüyordu. Karşıda Saliha ona gülümsüyor eliyle gel diye işaret ediyordu. O da
ona doğru koşunca Saliha kayboluyordu. Bu rüya gece boyu sürüp gitti. Kasabanın
sokaklarını gürültü ile geçen Traktör nihayet hastaneye ulaşmıştı. İsmail ve
postacı Mehmet heyecan ve endişeli bir şekilde traktörden inip hastaneye
yöneldiler. Hastanedeki görevliye 

--Bizim köyden Saliha kız vefat etmiş cenazeyi almaya geldik dediler. Görevli
tok ve donuk sesiyle 

--Sabah alırsınız sabah doktor gelince alırsınız dedi çaresiz bir birlerinin
yüzüne baktılar yapacak bir şey yoktu. Traktörün koca tekerleğine dayanıp birer
sigara yaktılar. Sigaranın dumanını karanlığa doğru üflediler. Uzun ve
sıkıntılı gece bitmişti. Mustafa nihayet uyanmıştı. Murat’a baktı yatağında
yoktu. Çoktan okula gitmişti. Yorgundu hiç kalkası yoktu. Gece boyu gördüğü
rüyaların etkisindeydi. Bir anda Saliha geldi aklına. Çabucak kalkıp giyindi.
Elini yüzünü yıkayıp hastanenin yolunu tuttu. Boş sokaklardan hızla geçerek
hastanenin yanına vardı. Karşıdan traktörü gördü. Aklından hayırdır diye
geçirdi. Postacı Mehmet traktörün yanına oturuyordu ona doğru giderek 

--Hayırdır Mehmet abi dedi. O da üzgün bir sesle hayır mı şer mi bilmem 

-- hayır mı şer mi bilmem Saliha kız vefat almış cenazesini almaya geldik dedi.
Bunu duyan Mustafa birden ne yapacağını şaşırdı. Dili boğazına tıkandı. O
şaşkınlık alameti ile oradan uzaklaştı. Yürüyordu nereye gittiğini bilmeden
yürüdü yürüdü. Nereye gittiğini bilmeden kasabanın yollarında sabahın ilk
ışıkları pencerelere vuruyordu. kaldırım taşları bitti. toprak yollar başladı artık
kasabanın evleri bitmişti. tarlalar bahçeler ve bağların arasından yürüyordu.
karşısında bir dere derenin boyunda kasabadan köylerine giden yol vardı. orda
bir kayanın üstüne çöküp kaldı. birden traktörün gürültülü sesi duyuldu başını
kaldırdı. Saliha’yı köye götürüyorlardı. ellerini yüzüne kapatıp hıçkıra hıçkıra
ağlıyordu uzaklardan duyulan traktörün sesi köyü bir yas havasına bürümüştü.
Ağıtlar ağlamalar mütemadiyen yükseliyordu. Traktör Salihaların evinin önünde
durdu. Başta imam ve cemaat cenazeyi indirdiler. Cenaze hastanede gömülmeye
hazır hale getirilmişti. İmamın önünde saf tutan cemaat cenaze namazını kıldı.
Saliha’dan helallik dilendi. Cenaze tabut içinde omuzlara alınarak mezarlığa
doğru yola çıktı. Ardından ağlama sesleri ve ağıtlar yükseliyordu. 
Mustafa o şekilde orada ne kadar kaldı bilinmez. Sonra kendine geldi. Artık
Saliha yoktu. Mustafa için hayatın bir anlamı kalmamıştı. Bu kasaba hatta köy
onun için bir anlam ifade etmiyordu. Dere boyunca yürümeye başladı. Böyle ne
kadar yürüdü bilinmez dizlerinin dermanının tükendiğini hissetti. Bir çınar
ağacının dibine çöküp kaldı. Hava iyicene kararmıştı. Karşıki sırtta şimşekler
çakıyordu. Mustafa’nın sırtında ceket bile yoktu. Kara bulutlardan delicesine
bir yağmur boşandı. Mustafa ıslanıyordu. Ta iliklerine dek ıslanıyordu. Orda
öylece hiç kıpırdamadan ıslanıyordu. Saatler süren yağmur nihayet dinmişti. Ama
Mustafa hareketsiz öylece ıslanmış, fakat üşüdüğünü bile bilmiyordu. Çınar
ağacının gölgesinde başı yere düştü ve tatlı bir uykuya daldı. 
Avcı Kamil o yörenin attığını vuran namlı bir avcı idi. Genelde dere kenarında
avını arar bazen sazlıkların arasından bir ördek avlardı. Ördek eti de lezzetli
olurdu. Yine bu umutla dere kenarında dolaşırken birden çınar ağacının dibinde
ki karartıyı gördü. Hemen yanına koştu. Karartı titriyor sayıklıyordu. Ağzından
devamlı Saliha diye mırıltılar çıkıyordu. Avcı Kamil vakit geçirmeden
Mustafa’yı omzuna atarak doğru köyüne doğru yola çıktı. Mustafa oldukça ağırdı
ya avcı da güçlü ve kuvvetliydi. Bana mısın demeden Mustafa’yı evine kadar
götürdü. Evde soba yanıyordu. Hemen sobanın yanına yatırdı Mustafa’yı.
Titremeler devam ediyordu. Avcının eşi sıcak bir çorba pişirdi. Avcı kaşıkla
içirmeye çalıştı Mustafa’ya çorbayı fakat nafile çorba Mustafa’nın boğazından
geçmiyordu. Avcı Kamil bu gencin kim olduğunu merak etti. Mustafa’nın ceplerine
karıştırdı orda bir nüfus kağıdı vardı. Nüfus kağıdındaki ismi görünce hemen
tanıdı. Bu değirmenci İsmail’in oğluydu. Vakit geçirmeden haber vermeliydi.
Hemen İsmail’in köyüne telefon ederek Mustafa’nın evinde olduğunu ve çok hasta
olduğunu bildirdi. Postacı Mehmet telefon konuşmasından sonra atına atladığı
gibi yine değirmenin yolunu tuttu. hızla atını sürerek değirmene vardı. hemen
İsmail'in evinin kapısının tokmağını hızlı hızlı çaldı. bir müddet sonra evden
kimdir o diye İsmail'in sesi duyuldu. postacı Mehmet İsmail bey telefon geldi
oğlunuz Mustafa komşu köyde avcı kamilin evindeymiş. çok hastaymış onu haber
vermeye geldim dedi. İsmail ne diyeceğini bilemedi. hemen evine koştu. üstünü
başını giyip traktöre binip gece vakti yola düştü. gecenin karanlığını yırtan
traktör farları yolu gündüz misali aydınlatıyordu. Mustafa avcı kamilin evinde
kendini bilmeden yatıyordu. Doğrusu avcı kamil Mustafa’yı elinden geldiğince
bakmış onun iyi olması için ne gerekiyorsa yapmış fakat Mustafa bir türlü
kendine gelememişti. Traktörü son sürat süren İsmail nihayet avcı kamilin evine
ulaşmıştı. Mustafa’yı kucağına aldığı gibi traktöre yöneldi. Mustafa’yı avcı
kamil kucağına aldı. İsmail direksiyona geçerek kasabanın yolunu tuttu. traktör
son sürat giderek kısa zamanda kasabaya ulaştı. vakit gece yarısını ulaşmıştı.
hiç vakit kaybetmeden hastaneye vardılar. hastanenin ışıkları hala yanıyordu.
hemen traktörden Mustafa'yı indirip hastaneye yöneldiler. onları hastane
kapısında görevli karşıladı. Mustafa'nın halini görünce onu bir sedyeye
yatırdılar. İsmail çok üzgündü. ya oğluna bir şey olursa onun sağlığı için
bütün servetini vermeye hazırdı. hastanede sedye bir hasta odasının önünde
durdu. Mustafa'yı bir yatağa yatırdılar. nöbetçi doktor gelip muayene etti.
nöbetçi hemşire ile bir şeyler konuştular. hemen Mustafa’ya serum bağladılar.
Mustafa sadece nefes alıp veriyor ara sıra da Saliha diye sayıklıyordu. hastane
odasının pencere kenarına yatırmışlardı Mustafa’yı durumu ağır olduğu için başka
hasta yoktu koğuşta. yarım saatte bir nöbetçi hemşire kontrole geliyor elindeki
dosyaya bir şeyler not ediyordu. Mustafa kendinde değildi. mütamadiyen
sayıklıyordu. gri duvarları yüksek tavanı ile hastane odası ilaç kokuları ile
kasvetli bir hava içindeydi. İsmail avcı kamili köyüne götürmüş oradan değirmene
geçerek hanımını ve kızını da yanına alarak kasabaya doğru traktörü sürmüştü.
sabaha karşı kasabadaki evin zili telaşlı telaşlı çalıyordu. murat güç bela uykusundan
uyanıp üstünü giydi. kapıyı açınca anne ve babasını karşısında görünce çok
şaşırdı. yanlarında Mustafa yoktu. bir kaç gündür Mustafa’yı hiç görmemişti. onu
değirmende sanıyordu. Sabah erkenden hastanenin yolunu tutan İsmail ve ailesi
hastane önünde endişeli bir bekleyiş içindeydi. Ne olduğunu Mustafa’nın niye
hasta olduğunu bir türlü anlayamıyorlardı. O güne kadar hiç okula devamsızlık
etmemiş Murat bile o gün okula gitmemiş hastanede bu endişeli bekleyişe
katılmıştı. Nihayet günlük muayene işini bitiren doktor İsmail ile görüşmek
için onu odasına çağırdı. Doktor İsmail’i iyice süzdükten sonra maalesef ağır
bir zatüre başlangıcı kritik durum henüz atlatılmış değil dedi. İsmail umutsuz
gözlerle doktora bakıyordu. Doktor yine başında annesi refakatçi olarak
kalabilir dedi. Ziyaret saati gelince ailecek Mustafa’nın odasına ulaştılar.
Mustafa kısık kısık nefes alıp veriyordu. Yine kolunda serum bağlı serum ile
besleniyordu. Anne kendini tutamayarak ağlayacak oldu. İsmail ona dikkatle
bakarak metin oma zamanı dedi. Kadın hıçkırığını yutkundu. Ziyaret saati biter
bitmez aile anneyi Mustafa’nın yanında bırakarak kasabada ki evlerine döndüler.
Ağır ilaç kokulu hastane odasında bir Mustafa birde annesi kalmıştı.
Mustafa’nın soluk sesleri duyuluyor. Ara sırada belli belirsiz sayıklıyordu.
Yine hemşire belli aralıklarla kontrol yapıyor. Tansiyonu ölçüyor. Ateşine
bakıyordu. Anne alışık olmadığı bu duruma alışmaya çalışıyordu. Anne zaman
zaman duvardaki saate bakıyor sanki saat yerinde sayıyordu. Yemek saatlerinde refakatçi
yemeği geliyor. Kadın bir parça ekmek bir iki kaşık yemekle idare ediyordu.
Çoğu geceler kadın gözyaşlarını tutamıyor. Ağlıyor ağlıyordu. İsmail değirmeni
yardımcısına bırakmış hemen her gün hastaneye geliyor. Mustafa’nın durumu
hakkında doktordan bilgi alıyordu. Böyle ne kadar zaman geçti bilinmez Mustafa
gözlerini kırparak açtı. Karşısında annesi yaşlı gözlerle ona bakıyordu. Anne
hemen hemşireye koştu. Hasta gözlerini açtı dedi. Hemşire koşarak geldi. Ama
Mustafa yine eskisi gibi gözleri yumuk yatıyordu. Valla açtı gördüm diyecek
oldu kadıncağız ama asık suratlı hemşire sana öyle gelmiştir deyip odadan çıkıp
gitti. Gözü yaşlı anne Mustafa ve yalnızlığı ile hastane odasında kalakalmıştı.
Anne olanlara bir anlam veremiyor. Ne olmuşta oğlu bu duruma düşmüştü. O dere
kıyısında o saatte ne işi vardı. İşin kötüsü Murat’ın söylediğine göre aylardır
okula gitmemişti. Bütün bunları kafası almıyordu. Oğluna ne olmuştu. Bu arada
bitkin bir şekilde yatmakta olan Mustafa’nın koluna bağlı olan serum yüzünden
kolu iyice şişmişti. Çaresiz kadının gözü zaman zaman saate takılıyor. Saat
sanki hiç ilerlemiyordu. Baharın gelmesiyle pencereden yeşil yamaçlar
görünüyor. Kadıncağız bu yamaçlara bakarak acısını dindiriyordu. Oda içinde
Mustafa’nın nefesinden başka ses duyulmuyor. Ara sıra kontrole gelen hemşire ve
sabahları kontrole gelen doktordan başkası odaya uğramıyordu. Kadın mütemadiyen
ayakta gece gündüz oğlunun başında bekliyor. Onun gözünü açıp anne demesini
kaçırmamak için hep yüzüne bakıyordu. Kadın için zamanın önemi kalmamış her
öğün için gelen yemeklerden bir iki parça yiyip mutfağa geri götürüyordu.
Nihayet ziyaret saati gelmişti. Koridordaki ayak sesleri çoğalmış hasta
yakınları hastaneye ziyarete gelmişlerdi. Oda kapısı sessizce açıldı. İsmail
Murat ve küçük kız ziyarete gelmişlerdi. İsmail umutsuzca yatan Mustafa’ya
baktı. Hanımının yüzüne baktı. 
Yok mu bir değişiklik dedi. Kadın umutsuz başını yukarı attı. 
Yok dedi sadece bir kez gözlerini açtı. İsmail umutlu bir sesle iyi olacak
Allah’ın izniyle dedi. Küçük kız meraklı gözlerle yatakta yatmakta olan
ağabeyine bakıyordu. Daha önce hiç onu bu şekilde görmemişti. İsmail hastanede
kalan eşi ve Mustafa için alışveriş yapmış yine köyden çamaşır getirmişti.
Normal zamanlarda geçmeyen zaman ziyaret saatinde çabuk geçmişti. Görevlinin
ziyaret bitti diyen kalın ve sevimsiz sesi hastane koridorlarında duyulup
yankılandı. Koridorlarda ayak sesleri duyulmaya başlandı. İsmail’de çocukları
alarak odadan istemeye istemeye çıktı. Odada Mustafa ve annesi kalmıştı. Hastanenin
bahçesine çıkınca küçük kız babasına baba ağabeyim iyi olacak mı diye sordu.
İsmail ne diyeceğini şaşırmıştı. Fakat metin olma zamanıydı tatlı tatlı küçük
kıza bakıp iyi olacak kızım dedi. Küçük kız bu sözden sonra gülerek babasının
elini bırakıp sevinçle sek sek yaparak yürümeye başladı. 

Hayat devam ediyordu. Çocuk haliyle her şeyi oyun olarak görüyordu. İsmail
yanında diğer oğlu ve kızıyla kasabadaki evlerine vardığı zaman yorgun ve
üzgündü. Murat babasından izin alarak okulun yolunu tuttu. Geçen yıl köyden
Murat’ın kız arkadaşı çocukluk aşkı da aynı okula gelmiş hatta aynı sınıfta
okuyorlardı. Zaman zaman birlikte dolaşıyorlar geleceğe dair konuşuyorlardı
ikisinin de dersleri iyi başarılı birer öğrenci idiler. Murat artık ortaokulu
bitirip liseye başlayacaktı. O hep öğretmen olmak istemişti. Arkadaşı ise
hemşire olmak istiyordu. Ziyaretçiler gidince hastanenin koridorlarında sesler
kesilmiş hastane yine sessiz ve mazbut havasına bürünmüştü. Yalnız zaman zaman
bazı hastaların inlemeleri duyulmuyor da değildi. Annenin gözleri hep
Mustafa’nın yüzündeydi. Onun gözlerini açmasını konuşmasını anne demesini o
kadar özlemişti. Bir anda gözleri ıslandı sessizce ağlamaya başladı. Böyle ne
kadar ağladı bilinmez oğlunun gözlerini araladığını görür gibi oldu. Dikkatli
baktı gerçekten oğlu Mustafa gözlerini açmıştı. Aysel annenin gözlerinden bu
seferde mutluluk yaşları dökülmekteydi. Ne yapacağını bilmeden oğlunun yüzüne
bakıyordu. Bu durum kontrole gelen hemşirenin gözünden de kaçmamıştı. Hemşire
hastaya bakarak demek ki hastamız kendine gelmiş dedi. Hasta çok bitkin bir
şekilde sadece başını hafifçe oynattı. Hemşire normal kontrolünü yapıp çıktı.
Aysel anne hala kendini toparlayabilmiş değildi. Böyle ne kadar zaman geçti
bilinmez iniltili bir ses sadece anne diyebildi. Kadın buyur yavrum buyur
evladım dedi. Ama Mustafa o kadar yorgun ve halsizdi ki daha fazlasını
diyemedi. Ama Aysel anneyi bu kadarı da mutlu etmeye yetmişti. Gözlerindeki
yaşlar dinmiş oğlunun yaşayacağına dair inancı artmıştı. Ona gözü gibi bakardı.
Tertemiz orman havası oğluna iyi gelirdi. Onu kuş sütüyle besler iyileştirirdi.
Hele bir hastaneden çıksın da. O gün gelen bütün yemekleri büyük bir iştahla
yiyen kadın üzüntüsünü unutmuştu. Aysel anne artık hastanenin kasfetli
havasından korkmuyor. hayata daha umutlu bakıyordu. bu arada sabah kontrole
gelen doktorda hastada iyileşme belirtileri var dedi. bunu duyan Aysel anne
mutluluktan uçacak gibi oldu. İsmail hemen her gün hastaneye geliyor bir
ihtiyaçları olup olmadığını soruyor varsa alıp getiriyordu. küçük kız
Nazlı canda her ziyaret günü hastaneye gelip hasta kardeşini ziyaret ediyordu.
Fakat Mustafa daha kendine gelmiş değildi. kolunda serum bağlı ne konuşuyor
nede gözlerini açıyordu. her şeye rağmen kadın umudunu kaybetmiyordu. fırsat
buldukça oğlu için dua ediyor onun eski sağlığına kavuşması için Allaha
yalvarıyordu. uzun ve yorgun saatlerde umutlu bir bekleyişle oğlunun yüzüne
bakan Aysel anne birden oğlunun gözlerini açtığını gördü. sevinçten ne
yapacağını bilemedi. Mustafa uyanmıştı. yorgun ve halsiz bir sesle anne ne oldu
bana diyebildi. kadın sevinç ve heyecanla yok bir şey rahatsızlandın seni
hastaneye yatırdık şimdi iyisin geçecek yavrum dedi. Mustafa uzun uzun daldı.
olanları hatırlamaya çalıştı. birden yüzündeki çizgiler belirdi. yüzündeki acı
ifadesi ile ağlayacak gibi oldu. birden Saliha aklına geldi. Saliha artık
yoktu. o hayatı canı her şeyi çok sevdiği Saliha yoktu. o ölmüştü. Hem de bu
hastanede yatmıştı. kadere bak ki bu gün Mustafa da hastanede yatıyordu. bu
acılara nasıl dayanıp nasıl yaşayacaktı. Aysel kadın oğlunun üzüntüsünü
yüzünden okudu. ama soru sormak için henüz çok erkendi. Mustafa boş gözlerle
başucunda asılı seruma baktı baktı. kolu iyice şişmiş nerdeyse hareket edemez
olmuştu.O sabah İsmail kızı Nazlı can’ı alarak hastanenin yolunu tuttu.
Babasının elinden tutan küçük kız hoplaya zıplaya yürüyordu. Şehrin bakımlı
temiz evlerine bakıyor. Evlerin balkonlarına dek uzanan sarmaşık güllere hayran
oluyordu. Yine böyle bir eve bakarken evin balkonundaki kadın çocuğa 

--Gülleri çok mu beğendin diye sordu. Çocuk korku ve heyecanla 

--Evet dedi eğer izin verirseniz bir kaçını hasta ağabeyime götürmek isterim.
Kadın 

--Gel güzel ve tatlı kız diye onu evine çağırdı. Küçük kız Nazlı can sevinçle
giderek kadının hediye ettiği gülleri eline alıp babasının yanına geldi. Baba
İsmail umutsuzca Mustafa bu gülleri koklayamaz diye düşündü. En sonunda baba
kız hastaneye gelmişlerdi. Hastane odasının penceresinde dışarıyı seyreden
Aysel anne onları görünce hemen yanlarına geldi. Küçük kız Nazlı can annesine
koşarak 

--Bak anne bunları abim için bir teyzeden istedim dedi. Kadın gülerek 

--Onları abine ver de koklasın dedi. İsmail heyecanla 

--Yoksa İsmail gözlerini açtı mı dedi. Anne gülerek 

--Çok şükür gözlerini açtı hem de konuştu dedi. Bu arada ziyaret saati gelmişti.
Hep birlikte Mustafa’nın yattığı odaya girdiler. Mustafa uyanmıştı. Anne ve
babasının yanında küçük kardeşini görünce gülümsedi. O da koşarak onun
yanaklarından öptü ve 
--Bak abi bu gülleri koklarsan hemen iyileşirsin dedi. Bunu duyan anne ve baba
gülmekten kendilerini alamadılar. Mustafa da bu sözlere kayıtsız kalmadı
yüzünde tatlı bir tebessüm belirdi. İsmail oğlunun kendine gelmesine çok
sevinmişti. Oğlunun başucuna çektiği sandalyeye oturarak oğlunun saçlarını
okşadı ve ona oğlum Allah seni bize bağışladı dedi. Mustafa anne babasının hele
küçük kardeşinin ilgilerinden o kadar mutlu olmuştu ki acısının biraz
azaldığını hissetti. Bu güzel ve tatlı zamanı görevlinin bet ve kötü sesi
bozdu. ziyaret bitti. oysa o kadar mutlu ve neşeliydiler ki. kimse ayrılmak
istemiyordu. hele küçük kız giderken yine ağabeyinin yanağına bir buse
kondurdu. eve gidecekleri yanlarına alarak çıktılar odadan. küçük kız ahşap
merdivenlerin korkuluklarını kaydırak olarak kullanarak indi merdivenlerden
İsmail o kadar mutluydu ki hiç bir şeye kızamıyordu. güle oynaya evlerine
gelmişlerdi. Mustafa kardeşi ve babası gittikten sonra olanları hatırlama
başladı. Saliha o masum tatlı bakışlı kız yoktu artık. hani Mustafa için hayat
kadar önemli ölümüne sevdiği bir melek misali kız Saliha alıp başını gitmişti
dünyadan. Acısıyla derdiyle Mustafa'yı bırakıp gitmişti. oysa ne kadar hayat
doluydu. o sabah ,Mustafa uyandığında pencereden parlak bir ışık sızıyordu.
Kamaşan gözlerini ovuşturdu. Annesi başucunda onu bekliyordu. Gülümseyen
gözlerle ona baktı. Bu bakışta sevgi ve minnet vardı. Annesi pencereyi araladı
dışarıda güzel bir gün başlıyordu. Bu sırada açılan oda kapısından giren doktor
Mustafa'yı muayene etti. hemşirenin tutmuş olduğu raporlara baktı. gülen bir
yüzle hızla iyileşiyorsunuz delikanlı dedi. günler gelip geçerken Mustafa artık
yataktan çıkmış oda içinde yürüyebiliyordu. ama hala güçsüz ve halsizdi. hemen
her gün babası ve kız kardeşi ziyaretine geliyordu. annesi de artık hastanede
kalmıyordu. Mustafa’yı kalabalık bir odaya almışlardı bu odada kalan hastalar
hep yaşlı insanlardı. içlerinde en genci Mustafa idi. Günler geçip giderken
Mustafa hızla iyileşiyordu. Nihayet bir gün doktor Mustafa’yı taburcu etti.
İsmail köyden getirdiği traktöre Mustafa’nın eşyalarını yükleyerek köye doğru
sürdü traktörünü. Mustafa artık okumayacaktı. Zaten uzun zamandır okula
gitmediği için devamsızlıktan sınıfta kalmıştı. Artık geride kalmıştı. Gri
renkli ilaç kokulu hastane odası. O günlerden sadece kolundaki serum delikleri
vardı Mustafa’nın traktör egzoz borusundan kara dumanlar fışkırtarak gürültüler
çıkararak gidiyordu. Mustafa bundan sonra nasıl yaşardı, onu hayata bağlayan
Saliha artık yoktu. Bahar gelmiş yol kenarlarındaki ağaçlar yeşillere
bürünmüştü. Badem ağaçları beyaz çiçekleriyle kokular saçıyordu. Arılar
çiçekten çiçeğe konarak bal yapmak için çiçek tozu topluyordu. Traktör
değirmene gelince onları değirmenin başında küçük kardeşi Nazlıcan bekliyordu.
ellerinde renk renk çiçeklerden bir buket vardı. Mustafa traktörden inince
küçük kız kardeşi elindeki çiçek buketini uzatarak hoş geldin ağabeyciğim dedi.
Mustafa kardeşini kucağına alarak yanaklarından öptü. küçük kardeşi Nazlıcan
kucağında evlerine doğru yürüdüler anne seslendi. bırak oğlum yaramazı sen daha
tam iyileşmedin dediyse de o kardeşi kucağında eve girdi. annesi oğluna
sarılarak evine hoş geldin dedi. allah bize seni bağışladı dedi. baba İsmail de
çok mutluydu. Hep birlikte kurulan sofraya oturdular küçük kız hala ağabeyinin
kucağında oturuyordu. bir güzel karınlarını doyurdular. yemekten sonra mustafa
ahırdan atı alarak dolaşmaya çıktı. İsmail de değirmendeki işlere dalıp gitti.
atın sırtında yeşil çimenli dar yolda giden Mustafa atını derenin başındaki
çeşmeye sürdü. çeşmeye varınca atından inip atını çeşmede suladı. atı karşıdaki
ağaca bağlayarak elini yüzünü yıkadı. bir ağacın gölgesine oturarak düşünceler
daldı. aklına yine saliha geldi. saliha artık yoktu. geri geleceğini bilse
dünyaları vermeye razıydıçeşmenin kıyısına oturdu. kurnadan akan suya hayran
hayran baktı. saliha gözünün önüne geldi. başında yazması elinde destisiyle su
dulıduruyordu. dalıp gitti ucu başı olmayan hayallere ne kadar mutluydu saliha
varken ne kadar severdi onu. yine böğrüne bir acı gelip oturdu. nefes alması
zorlaştı. ama hayat devam ediyor diye düşündü. güçlü olmalıydı. bu sessizliği
atın ince sesiyle kişnemesi bozdu. at karşıdan bir çobanın koyun sürüleriyle
çeşmeye doğru geldiğini gördü. koyunları ürkütmemek için atının yanına gidip
atı çözdü. binip oradan uzaklaştı. kenarlarında çalılıklarla kaplı yoldan atı
ağır ağır giderken bundan sonra hayata nasıl bağlanırım diye düşünüyordu.
dalgın dalgın değirmene gelince evlerinin bahçesinde ona doğru koşarak gelen
kardeşi heyecanlı bir şekilde abi nerdesin seni çok özledim diye ağazı çıktığı
kadar bağırıyordu. Mustafa atından inip atı ahıra bağladı. Nazlıcanı kucağına
alıp onu bahçede gezdirmeye başladı. küçük kız sevinçten nerdeyse uçacak kadar
mutluydu. Evin kapısında anneleri göründü. Gülerek hadi artık yemek zamanı
girin içeri yemeğinizi yiyin dedi. yine kucağında Nazlıcan le Mustafa eve
girdi. sofrada küçük kız onun yanına oturdu. abisinin yüzüne bakıp bakıp
gülüyordu. bu arada Mustafa artık okula gitmiyordu. zaten devamsızlıktan
sınıfta kalmış birde sağlığı bozulunca kimse ona niye okula gitmiyorsun
demiyordu. Oda artık değirmende çalışıyor. arta kalan zamanda ata binip
dolaşıyordu. en çok sevdiği işlerden biri de küçük kız kardeşi ile
ilgilenmekti. zaman değirmeni çeviren değirmen taşı misali gelip geçiyordu. yaz
tatili gelmiş Murat’ta değirmene dönmüştü. Murat ortaokulu bitirmiş bundan
sonra büyük şehirdeki lisede okuyacaktı. Değirmende mutluluk rüzgarları yeniden
esmeye başlamıştı. değirmendeki işlere oğlanlar sahiplenince İsmail de dinlenme
fırsatı bulmuştu. civar köylülerde traktör çoğaldığı için traktörde fazla
çalışmıyordu. Murat ve Mustafa değirmenin işlerini birlikte yapıyorlar
babalarına iş bırakmıyorlardı. Anneleri de iki oğlu ve kızı ile birlikte hayata
daha mutlu bakıyordu. Murat işlerden fırsat bulunca köye gidiyor köyde sevdiği
kız Gülsüm’ü görüyor onunla birlikte geleceğe dair planlar kuruyordu. Gülsüm’de
okulu bitirmiş artık o da büyük şehirde okuyacaktı. Belki Murat ile birlikte
aynı okulda okuyacaktı. Bir yandan yeni okul yeni arkadaşlar bir yandan iki
sevgilinin birlikte aynı şehirde okuyacak olması ikisinin de heyecanlanmasına
yetiyor da artıyordu. Her fırsatta buluşup bir birlerine sevgilerinden
bahsediyorlardı. Yine geleceğe dair güzel hayaller kuruyorlar birbirlerini ne
kadar sevdiklerini dile getiriyorlardı. Mustafa içine kapanmış acısını yüreğine
gömmüş boş zamanlarında ata binerek dere boyunda dolaşıyordu. Zaman zaman
Saliha’nın mezarına gidip dualar okuyordu. Mustafa sadece küçük kız kardeşi
Nazlı can’ın yanında acılarını unutuyor. Onun saf ve temiz hali ona biraz huzur buluyor.
Acılarını unutuyordu. Nazlı can da en çok Mustafa ağabeyini seviyordu. O yaz kiraz ağaçları kan kırmızısı
ve iri meyveler vermişti. Gülsüm anne ve babasından izin alarak kiraz
bahçelerinin yolunu tuttu. Bahçe bakımlı bir çok meyve ağaçlarıyla doluydu.
Yarma şeftalimi dersin sulu Amasya elması mı dersin yine Napolyon kirazı çeşitleriyle
dolu bir bahçeydi. Yörede yetişen tüm meyveleri bu bahçede bulmak mümkündü.
Bahçenin içinde bir kuyu kuyunun yanında bir havuz vardı. Bu havuzda biriken su
ile bahçe sulanıyordu. Yine bahçenin bir bölümünde üzüm çeşitleri vardı. Parmak
üzümleri, siyah özümler, çekirdeksiz üzümler vardı. Gülsüm köyün yakındaki bu
bahçeye korkmadan gider gönlünce dolaşıp evleri için mevsim meyveleri
getirirdi. O gün yine meyve bahçelerine gitmek için evlerinden çıktı. Murat o
sabah değirmendeki işleri çabucak bitirip köyün yolunu tuttu. Amacı Gülsüm’ü
görüp onunla özlem gidermekti. Değirmen ile köyü birbirine bağlayan patika yol
yeşil çalılıklarla kaplıydı. Sabahın ilk ilk saatlerinde güneş ışıkları koyu
gölgeler oluşturuyordu. Murat hızlı adımlarla çalılıkların arasından köye doğru
gidiyordu. Köyün yakınındaki tepeyi geçince köyün evlerini gördü. Köyden
meyveliklere giden yolda elindeki sepeti ile Gülsüm’ü gördü. Meyve bahçelerine
gideceğini anladı. Hemen bir keçi yolundan saparak Gülsümlerin meyve
bahçesinin yolunu tuttu. Çabucak bahçeye girip bir kiraz ağacının üstüne çıktı.
Gülsüm’ü beklemeye başladı. Gülsüm olanlardan habersiz kiraz ağacının dibine
geldi. Kiraz toplamaya başladı. Murat kirazın
tepesinden bir avuç kirazı sepete atınca korku ve şaşkınlık içinde kalan Gülsüm
kirazın tepesinde Murat’ı görünce sevinçten ne yapacağını şaşırdı. Hemen
kirazın tepesinden inen Murat Gülsüm’e özlemle sarıldı. Gülsüm o kadar mutlu
olmuştu ki hiç bıkmadan Murat’ın boynuna saatlerce sarılabilirdi. Birlikte hem
kiraz yediler hem de kiraz topladılar. Sonra bir köşeye oturup geleceğe dair
planlarından bahsettiler. İkisi de artık lisede okuyacaklardı. İkisinin de hedefi
derslerinde başarılı olup iyi bir meslek sahibi olmak sonrada evlenip çok mutlu
olmaktı. Okuldan arta kalan zamanlarda buluşacaklar birbirlerine her konuda
destek olacaklardı. Böyle ne kadar zaman geçti bilinmez zamanın nasıl geçtiğini
anlamadan Gülsüm artık gitmeliyim diyerek ayağa kalktı. Tekrar birbirlerine
sarılıp ayrı yerlerden yola çıktılar. Biri değirmene biri köye gidecekti.
İkisinin kalbi sevgiyle doluydu. Murat değirmene geldiği zaman vakit ikindiyi
çoktan geçmişti. Mustafa elinde kürek değirmenin bendini temizliyordu. Küçük
küçük kardeşi Nazlı can da onun başına oturmuş onun çalışmasını izliyordu. Bu sırada
bir kaval sesi duyuldu. Çan sesleri sessizliği bozdu. Karşıdan kepeneği içinde
çoban belirdi. Çobanın yanında küçük bir çocuk vardı. Meraklı gözlerle
Mustafa’ya ve kardeşine bakıyordu. Çoban sürüsünü derede sulayıp yine geldiği
gibi gitti Akşam ufukta beliren ışıkla beraber koyu karanlıklara doğru yol alıyordu.
Ağaçların koyu gölgeleri suların rengini siyaha boyamıştı bile. Değirmenin
sakinleri evlerine çekilmiş akşam sofralarına kurulmuş çorbaya kaşık
sallıyorlardı. Değirmen yine her akşam olduğu gibi sessizliğe bürünmüş
dinleniyordu. Radyoda güzel bir türkü çalmaya başlayınca Nazlı can yerinde
duramayıp çocuksu haliyle oynamaya başladı. Bu bütün ev halkının alkışla oyuna
katılıp neşelenmesine yetip arttı bile. Yemekten sonra içilen demli çay günün bütün
yorgunluğunu alıp gitmişti. İsmail aylardan beri ilk kez sıkıntılardan uzak bir
gece yaşıyordu. Bütün çocukları yanında ve sağlıklı idi. Öyle ya dünyada sağlık
kadar önemli başka ne olabilirdi. Aysel kadın bir Mustafa’ya bir Murat’a ve
Nazlı can’a bakarak mutlu saatlerin tadını çıkarıyordu. Zaman derenin suları
gibi akıp giderken günün yorgunluğu göz kapaklarına inip geldi. Önce tatlı
esnemeler ve başlar yana düşmeler. Aysel kadın yatakları serip herkese
yatmasını tembihleyip yatmaya gitti. Evin üstüne uyku sessizliği çöktü. Gece
evreni koca bir yorgan misali evrenin üstünü örttü. Gökte yıldızlar geceye
sönük ışıklarıyla arkadaşlık ediyorlardı. O gece yatağa yorgun bir şekilde
giren Gülsüm gün boyu yaşananları düşünmeden edemedi. Kiraz ağacı üstündeki Murat
ne kadar tatlı bakıyordu. Murat’ı çok seviyordu. Bundan sonra büyük şehirde
onunla birlikte aynı şehirde okuyacaktı. Belki aynı okulda okuyacaklardı. Göz
kapaklarının iyice ağırlaştığını hissetti. Tatlı ve derin bir uykuya daldı. Sabahın ilk ışıkları değirmenin
yanındaki beyaz badanalı evin doğu tarafındaki penceresinin aralığından
sızarken deliksiz ve tatlı bir uykuya dalmış olan Mustafa’yı adeta uyarmak
ister gibiydi. Bu da yetmezmiş gibi arsız bir sinek Mustafa’nın yüzünde bir
konuyor bir kalkıyordu. Eliyle sineği kovalamak isterken gözlerini açtı.
Mutfaktan tıkırtılar geliyordu. Annesi uyanmış olmalıydı. Kalktı giyindi
değirmenin arkında buz gibi suda elini yüzünü bir güzel yıkadı. Küreği eline
aldı. Bendin temizlenmesi gerekiyordu. Küreğin kenarı ile bendin içindeki
otları keserek bendi temizliyordu. Murat erkenden kalkmış odasında bulunan
kitaplıktan bir roman alarak okumaya başlamıştı. Murat kitap okumayı çok
sever her fırsatta kitap okurdu. roman güzel bir aşkı anlatıyordu.
Murat'ta kitabı okurken Gülsüm'ü hatırlıyor onunla ilgili tatlı hayaller
kuruyordu. İsmail çoktan kalkmış yardımcısı ile birlikte değirmeni çalıştırmış
gelen müşterilerin buğdaylarını öğütüyordu. Yılardır çalışan değirmen iyi bir
bakımdan geçmeliydi. işlerin az olduğu bir zamanda değirmeni iyice bir elden
geçirip tamir etmeliydi.
 Mustafa bütün acılarını içine gömmüş
hayata tutunmaya çalışıyordu. Tek tesellisi kız kardeşi Nazlı can’ın ona karşı
duymuş olduğu sevgisi ve ilgisiydi. Nazlı can o kadar saf ve içtendi ki Mustafa
onu görünce bütün acılarını unutuyordu. Bu arada anne ve babasının desteği de
onu hayata bağlıyordu. Belki bir daha kimseyi sevmeyecek belki hiç
evlenmeyecekti. Ancak yaşayacaktı. Her şeye rağmen yaşamak çok güzeldi. Ve
hayat devam ediyordu. Değirmendeki işler bitince ya kız kardeşi ile yada
dolaşarak zamanı geçirip acılarını unutmaya çalışıyordu. Bu arada İsmail değirmene elektrik
bağlatmış bir adette televizyon almıştı. Yine eskiyen traktörü yenilemiş
hayatında ilk kez borçla tanışmıştı. Bu yüzden daha fazla oyunları-çalışmaları
gerekiyordu. Mustafa kendini tamamen işe vermiş bu arada traktör kullanmayı
öğrenmişti. Babasının en büyük yardımıcısı olmuştu. Hastalığın etkisinden
tamamen kurtulmuş eski gücüne ve kuvvetine kavuşmuştu. O sabah çoban Hasan oğlunu da yanına
alarak sürüsünü otlatmamaya çıkmıştı. Oğlu henüz okula gitmiyordu. Çoban
hasanın tek çocuğu idi. Ve onu çok severdi. Zaman zaman oğlunu yanına alarak
koyunları otlatmaya giderdi. Zengin değildi. Ama kimseye de muhtaç değildi. Üç
günlük dünyada eşiyle oğluyla geçinip gidiyordu. Yanından ayırmadığı kavalıyla
yanık ezgiler çalarak mutlu olurdu. Oğlu Sadık babasını çok sever ondan
ayrılmak istemezdi.
 Önünde koyun sürüsü yanında biricik
oğlu çoban Hasan kavalıyla yanık bir ezgi çalarak koyun sürüsünü derenin
yamacındaki düzlüğe getirdi. Kepeneğini yere yayarak oğlunu üstüne oturttu.
Koyunlar yeşil otları büyük bir iştahla yerken oğlu gökyüzündeki beyaz
bulutları seyrederek hayaller kuruyordu. Mustafa o gün traktörle çift sürmüş
işi erkenden bitirmişti. Değirmene gelince küçük kardeşi Nazlı can abi gezmeye
gidelim mi diye sorunca yorgunluğunu unutmuş tamam gidelim demişti. Kardeşinin
elinden tutarak derenin başındaki düzlüğe doğru yola çıkmışlardı. Nazlı can
hoplaya zıplaya çiçekler kopararak gidiyordu. Mustafa ise bu durumdan keyif
alıyordu. Nihayet koyunları görünce Nazlı can heyecanlandı. Hele yeni doğmuş
kuzuları görünce heyecanı bir kat daha arttı. Onları sevmek istedi. Ağabeyi
Mustafa çobandan izin istedi. O da gülümseyerek olur dedi. Nazlı can küçük
kuzuları severken çobanın küçük oğlu da onun yanına geldi. Mustafa ve çoban
tatlı bir sohbete dalmıştı bile. Küçük kız ile çobanın oğlu da yeni doğan
kuzları sevmişlerdi. Kuzuların hele bir tanesi vardı. Pamuk gibi beyaz ve kömür
gibi gözleri olan sevimli bir kuzuydu. Nazlı can bu kuzuyu çok sevmişti.İki
çocuk saatlerce kuzuları sevip birbirleriyle oyunlar oynadılar. Nihayet çoban sürüsünü su içirmek için dereye
götürme zamanının geldiğini söyleyerek oğlunu da alarak oradan uzaklaştı. Sadık
isteksiz adımlarla uzaklaşırken ara sıra geri dönüp bakmadan kendini alamıyordu.
Nazlı can da bu durumu hiç sevmemişti. Pamuk verdiği kuzuyu sevmeye doyamamıştı. Çobanın
oğlundan da hoşlanmış iyi arkadaş olmuşlardı. Çoban gittikten sonra Mustafa da kardeşini
alarak değirmene doğru yürümeye başladı. Hala dereden koyunların çan sesleri ve
çobanın kavalının yanık sesi duyuluyordu.
 iki kardeş değirmene geldikleri
zaman vakit bayağı ilerlemiş güneş batmaya doğru yol alıyordu. Gölgelerin boyu
uzamış cisimler olduklarından uzun görünüyordu. Nazlı can gölgelerle eğlenip

oynuyordu. iki kardeş annelerinin hazırlamış olduğu sofraya oturup bir güzel
karınlarını doyurdular. O gün Murat da köye giderek Gülsüm ile buluşup özlem
gidermişti. Yaz tatili bitmek üzereydi. Artık okulların açılmalarına az zaman
kalmıştı. İsmail oğlu Murat’ı yanına alarak İzmir’e gidip okula kaydını
yaptırmaya karar verdi. Akşamdan hazırlık yapılarak yol için gerekli malzemeler
bir bavula konuldu. Sabah erkenden Mustafa onları tren istasyonuna götürecek
onlarda trene binerek İzmir’e gideceklerdi. Murat ilk kez İzmir’i görecek ilk
kez denizi seyredecekti. Bu heyecanla hiç uyku uyuyamadı dense yalan olmazdı. Ertesi gün değirmen güne erken başladı. Sabahı müjdeleyen horozlar henüz ötmeden değirmen sakinleri taklarından kalkmışlardı.
Çabucak yol hazırlıklarını tamamlayarak traktöre bilerek yola çıktılar. Traktörün
farları geceyi aydınlatarak ilerliyordu. Mustafa yıllardır şöförlük yapmış gibi usta
bir şekilde traktörü kullanıyordu. Gecenin sessizliğini traktörün bir canavara
benzeyen sesi bölüyordu. Nihayet traktör istasyona ulaştı. Trenin gelmesine az
kalmıştı. İsmail hemen gişeye giderek tren biletlerini aldı. Ve beklemeye
başladılar. Az sonra trenin keskin düdüğü duyuldu. İstasyondaki yolcular hareketlendi. İsmail ve Murat bavullarını Murat trene binip Mustafa’ya veda
için el salladılar. O da onlara el salladı. Tren son kez düdük çalarak yine
dumanlar çıkararak hareket etti.
 Önce yavaş yavaş giden tren
istasyondan çıkarken hızlanmaya başladı. Cam kenarında oturan Murat dışarısını seyrediyordu. Tren
hızlandıkça çam ağaçları hareket ediyormuş gibi geliyordu. Murat heyecan ve
merakla trenin camından dışarıya bakıyor. Daha önce trene binmemenin acısını
çıkarıyordu. Bu arada Gülsüm’ü düşünüyor. Onunla yapacağı tren yolculuklarını hayal ediyordu. Tan yeri ağarmak
üzereydi. Tren bu arada bir karanlığın içinde kayboldu. Yan koltukta
oturanlardan biri tren tünele girdi dedi. Tan yeri gittikçe kızıla boyanıyordu. Tren habire
ormanların arasından gidiyordu. Tren yolu kenarlarında çam ağaçları ve çalıklar
vardı. Bu arada tren bir istasyonda durdu. Trenden inenler binenler tekrar
hareket etti. Ormanlar sanki yok olmuş geniş düzlükler ay çiçeği tarlaları
belirmişti. Demir yolunun kenarında karayolu vardı. Kara yolunda traktörler
insan taşıyordu. İnsanlar trene el sallıyorlardı. Tren tarlaların arasından
hızla gidiyordu. Güneş doğmuş etraf aydınlanmıştı. Birden trenin içinde loş bir aydınlık belirdi. Işıklar yandı.
Tren yine tünele girmişti. Birkaç tünelden sonra yine ormanlar çam ağaçları
çalılıklar tren ormanların içinde ilerliyordu. Yine küçük bir istasyonda duran
tren yolcular indirip bindirdi. Beş dakika sonra keskin bir düdük tren hareket
etti. İstasyondan çıkarken hızlandı. Yine yemyeşil ovalar. Sabah erken insanlar
tütün tarlalarında tütün kırıyorlardı. Tren geçerken el sallayan çocuklar. Tren yemyeşil tütün tarlaların içinde kıvrıla kıvrıla yol alıyordu. Bu arada küçük
köylerin kenarından geçiyordu tren. Birden uçsuz bucaksız üzüm bağları. Üzüm
hasadı zaman insanlar bağlarını bozmuşlar. Üzümleri kurutmak için yerlere sermişler.
İnsanlar arı gibi çalışıyordu. Tren hızla gidiyordu. Bir akarsu kenarından Murat
bıkmadan usanmadan dışarısını seyrediyordu. Uzaklarda modern evleriyle İzmir görünmüştü.
Tren çok katlı binaların arasından hızla gidiyordu. Karayolunda binlerce araç işe gitmek için evlerinden çıkan insanlar. Tren Basmane garına gelmişti bile.
 Tren durunca bütün yolcular gibi onlarda trenden indiler. Basmane garı her zaman ki gibi çok kalabalıktı. İsmail daha
önce İzmir’e gelmişti. Yoğun trafiğe rağmen İzmir çok güzel bir şehirdi.
Öncelikle bir otele yerleştiler. Sonra okula kayıt yaptırmak için çıktılar yola bu arada
Murat kayıt için resim çektirdi. Diğer evraklar zaten tamamdı. İzmir Atatürk
Lisesine giderek Murat’ı oraya kayıt ettirdiler. Murat artık tahsiline İzmir’de
devam edecekti. Kayıt işlemi tamamlanır tamamlanmaz bir lokantaya giderek
karınlarını bir güzel doyurdular. Sonra fuar alanında bir gezintiye çıktılar. Murat en çok
hayvanat bahçesinden ve kahkaha aynalarından hoşlanmıştı. Baba oğul sonrada
deniz kenarına giderek denizdeki gemileri seyre daldılar. Yorucu bir gün sona
ermişti. Otele gidip yataklarında güzel bir uykuya daldı. O gün değirmen
sakindi. Mustafa dere boyunda gezintiye çıkmıştı. Sonbaharda dere kenarındaki
ağaçların yaprakları sararıp solmuş, esen rüzgarlarla birlikte dallarından
kopup derenin suların içine karışıp gidiyordu. Derenin sularına yaprakların
rengi birbirine karışıp gitmişti. Mustafa bir çınar ağacının gövdesine sırtını
dayayıp bir sigara yaktı. Derin bir nefes çekip dumanını havaya doğru üfledi. Değirmenden
doğru çan sesleri geliyordu. Çan sesleri iyice yaklaşınca yanık bir kaval sesi
duyulmaya başladı. Bir yandan sıcak bir yandan rutubet böyle kaç saat
uyudular bilinmez öğleye yakın uyandılar. Yataklarından kalkıp lavaboda
ellerini yüzlerini yıkadılar. Yine bir lokantaya giderek güzelce karınlarını
doyurdular tepecik de çarşıyı gezdiler. Kendilerine elbiseler aldılar. Nerdeyse
trenin hareket saati gelmek üzereydi. Otelden bavulları alıp Basmane garına
geldiler. Biletlerini alıp trene yerleştiler. Ve  trenin hareket etmesini beklediler. Az sonra
yolcular hareketlendi.  Keskin tren
düdüğü duyuldu usul usul tren hareket etti.
Trenin parlak ışığı belirdi karşıdan sonra dumanlar içinde gürültülü bir şekilde durdu. Mustafa babasını ve kardeşini trenin kapısında görünce hemen oraya yöneldi. Babasının elinden bavulu aldı. Traktörün kasına yerleştirdi. Traktöre bindiler gecenin içinde bir canavar gibi sesler çıkaran traktör kasabanın sokaklarından hızla geçiyordu. Zifiri karanlık gecede yıldızlar ışıklarıyla gecenin tadını çıkarıyorlardı. Değirmendekiler çoktan uyumuşlardı. İsmail cebinden anahtarını çıkarıp evlerine girdi. Mustafa traktörü yerine koyarak yatağına yatmaya gitti. Sabah erkenden köyün yakınlarındaki bahçelerine giden Gülsüm elindeki sepetine üzüm doldurup gelecekti. En çok parmak üzümlerini seviyordu. Bağlarında her çeşidinden üzüm bulunurdu. Dalgın bir şekilde Bahçeye giren genç kız kiraz ağacının yanına gelince yüzünde tatlı bir tebessüm oluştu. Murat aklına gelmişti. Acaba Murat dönmüş müydü. İzmir'e gitmişlerdi. artık orda okuyacaktı. Babası da onu İzmir'de okutmak istiyordu. bir kaç güne kadar babası onun için İzmir'e gidecekti. Kim bilir babası onu da yanında götürürdü. Bunları düşünürken üzüm asmalarının arasından mavi gömlekli biri geçer gibi oldu. Gülsüm heyecanlanmıştı. Acaba orda kim vardı. Orda ki kimsenin Murat olmasını o kadar çok isterdi ki. Ama Murat İzmir’e gitmişti. Dönmüş müydü acaba Gülsüm bunları düşünürken iri parmak üzümleri olan bir asmanın dibine geldi. Üzümler beyaz parlak ve oldukça iriydi. Sepetinde taşıdığı bıçak yardımı ile üzüm salkımlarını keserek özenle sepetine yerleştirmeye başladı. Başında al yazmasının altında melik örgülü kınalı saçlarının uçları görünüyordu. Siyah gözleri tatlı gülüşlü sevecen bir kızdı Gülsüm. O kadar dalmıştı ki parmak üzümlerine birden kendinin isminin seslenildiğini duyar gibi oldu. İrkilip arkasına döndü. Sevinçten çıldıracak gibi oldu eli ayağına dolaştı. Gelen Murat’tı. Demek ki İzmir’den gelmişti. İki sevgili yaşlı asmanın dibine oturarak üzüm yemeye başladılar. Yeşil asma yaprakları arasında parmak üzümleri güneşin ışıklarında parlıyorlardı. Önce Gülsüm başladı. Söze
--Demek döndün İzmir’den hoş geldin sefa geldin dedi. Murat evet döndüm okula kaydımı yaptırdık ev tuttuk bilsen İzmir çok güzel ve çok büyük bir şehir, masmavi denizi var çok sevdim ben İzmir’i dedi. Gülsüm benim babamda yarın İzmir’e gidecek benim okul kaydımı yaptırıp gelecek ben teyzemlerde kalacağım dedi. Murat çok sevinmişti. Böylece iki sevgili sık sık buluşup görüşeceklerdi. Birlikte üzüm sepetini doldurup üzüm bağından ayrıldılar. Murat bir çalının dibine sakladığı bisikletine binip değirmenin yoluna doğru pedal çevirmeye başladı. Gülsüm’ de evlerinin yolunu tuttu.  Murat beyaz topraklı yoldan giderken henüz sararmaya yüz tutmuş ekin tarlalarının arasından geçen yolda hızla ilerliyordu. Yolun kenarında badem ağaçları olgun meyvelere durmuş bu meyveleri ağaçkakan kuşları gagaları ile yemeye çalışıyorlardı. Güneş tepe noktasında gölgelerin en kısa olduğu saatlerdeydi. Murat’ın içi içine sığmıyor. Bir yandan İzmir’de okuyacak olmasına bir yandan da Gülsüm ile birlikte aynı şehirde okuyacaklarına seviniyordu. Gülsüm’ ü çok seviyordu. O sabah erken kalkan Mustafa değirmenin arkını temizleyip arkın suyunu açtı. Sabah kahvaltısı için eve geldiğinde. Ev halkını kahvaltı sofrasında buldu. Murat dışında herkes sofraya oturmuştu. Kahvaltıdan sonra Nazlı can ağabeyine
--Ağabey yine gezmeye gidelim mi? diye sordu. Mustafa babasının yüzüne bakınca. İsmail

--Gidin değirmene biz bakarız kızımızı iyice gezdir dedi. kahvaltı bitince Mustafa ve kız kardeşi Nazlı can dere kenarında gezmeye başladılar. Nazlı can’ın fırfırlı eteği kınalı melik saçları umarsamaz tavırlar ile nazlı bir prenses gibiydi. Zaten değirmenin prensesi gibiydi. Her isteği yapılır ailece hep şımartılırdı. O da bunu bildiği için çok mutlu olurdu. O o kadar nazlı ve hoş tu ki kimse ona hayır diyemezdi. Derenin başına vardıklarında uzaklardan çobanın kavalı yine duyuldu. Nazlı can gördüğü kır çiçeklerini toplamak için sağa sola koştururken Mustafa da onu sevgiyle izliyordu. Çoban yanında oğluyla köyün tarafındaki tepede görüldü. Nazlı can sevinçle yaşasın yine pamuk kuzuyu sevebileceğim dedi

Çevrede çiçekleri toplayan Nazlı can çobanın sürüsünün kendilerine doğru gelmesinden çok mutlu olmuştu. Çobanın yanındaki oğlu da Nazlı canı görünce yüreğinde sıcak bir sevginin dolaştığını hissetti. Bu kızda kendisini çeken o kadar güzel şeyler vardı. Sarı saçları yeşil gözleriyle nazlı her dediğini yaptıran bir prenses gibiydi. Ama çok cana yakın ve sevecendi.

Çoban daha yanlarına gelmeden Nazlı can pamuğu bulup sevmeye başlamıştı. Pamukta pamuktu hani kar gibi beyaz yünlerinin içinde kömür karası gözleri ile tatlı tatlı bakıyordu. Bu sırada Sadık da yanlarına gelmiş pamuğun yünlerini okşamaya başlamıştı.

Mustafa ve çoban hasan da birer sigara yakıp bir ağacın kütüğü üstünde tatlı bir sohbete dalmışlardı. Güneş nazlı bir şekilde bulutların arasında yükselirken zamanda akıp gidiyordu. Nihayet koyunlar dereye doğru yavaş yavaş giderken çaban oğlu Sadık’ı da alıp oradan uzaklaştı. Mustafa da saatine bakarak gitme zamanlarının geldiğini anladı. Kardeşinin elini tutarak değirmene doğru yürümeye başladı. Yol kenarındaki kır çiçeklerini toplayan Nazlı can annesine güzel bir hediye vermek istiyordu. Asırlık çınar ağaçları üstünden kuşlar uçuyordu. Mustafa tükenmekte olan sigarasından
derin bir nefes daha çekerek arda kalan izmariti ayaklarıyla iyice ezerek
söndürdü. Sonra şiddetli bir şekilde öksürdü.
 Nazlı can koşarak ağabeyinin ellerinden tutarak haydi abi gidelim artık dedi. Mustafa dalgın dalgın yürürken aklına Saliha geldi. Saliha onu bir başına bırakıp gitmişti. Bu acılara onun yokluğuna nasıl dayanırdı. Okulu bırakmış elinde bir mesleği olmadan değirmende günlerini geçiriyordu. Oysa ikiz kardeşi okuyor artık İzmir’de okuyacaktı. Belki okuyup büyük adam olacaktı. Mustafa bunları düşünürken değirmene gelmişlerdi. Nazlı can birden elini bırakarak kendisine sevgi ile bakan annesine doğru elinde çiçeklerle koştu gitti.

 Aysel anne kızını kucağına aldı al pembe
yanaklarına sevgi ile öptü. Bağrına basıp saçlarını okşayıp teşekkür etti. İçinden
Allaha şükredip kendisine böyle çocuklar verdiği için dua etti. İsmail
değirmende müşterilerin buğdaylarını öğütüyordu. Mustafa doğru değirmene gidip
babasına yardım etmeye başladı.

Güneş karşı tepelerin ardından yavaşça süzülürken
gölgeler uzuyor akşamın habercisi hafif bir karanlık oluşuyordu. Murat bavulunu
hazırlıyor. Yakında gideceği İzmir için hazırlık yapıyordu. Yeni bir hayat yeni
arkadaşlar yeni okulu onu bekliyordu. Yarın akşam trene binip İzmir’in yolunu
tutacaktı.  Bütün hazırlıkları tamamdı. Tamamı
üç bavul hazırlamıştı. Gerisini gittiği zaman İzmir’den alacaktı. Aysel kadın
birden hüzünlendi. Şimdiye kadar oğlundan böylesine uzun ve uzakta kalmamıştı. Kasaba
köye yakındı. İkizler her hafta sonu değirmene gelirler onlarla hasret
giderirlerdi. Bu sefer böyle olmayacaktı. Murat aylarca gelemeyecekti. Ama diğer
oğlu Mustafa yanındaydı. 

 İsmail değirmende işler bitince evinin yolunu
tutarken derince bir nefes çekti sigarasından. Yüreğinde bir acı hissetti. Murat
artık gurbete gidecekti. Onu aylarca göremeyecekti. Ama okuyup büyük adam
olacaktı. Hele o günleri görmek için neler vermezdi. Elini yüzünü yıkayıp eve
girdi. Nazlı can ve annesi mutfakta idiler. Mutfaktan akşam sofrasının kokusu
geliyordu. Az sonra akşam sofrası kuruldu. Besmele ile herkes sofraya oturup
karnını bir güzel doyurdu. Yemekten sonra radyoda bir gurbet türküsü çalıyordu.

Murat yatağa girdi. Uykusu yoktu. İzmir’i düşünmeye başladı. Mamur evleri denizi artık o şehirde yaşayacaktı. Yine Gülsüm’de orada okuyacaktı. Kınalı saçlı gül yüzlü tatlı Gülsüm onu o kadar çok seviyordu ki bir an görmese özlüyor. Hep yanında olsun istiyordu. Gülsüm’de onu seviyordu. Onu her görüşünde heyecanlanıyor. Gözlerinin içi gülüyordu. Bunları düşünürken göz kapakları yavaşça kapandı tatlı bir uykuya dalıp gitti. Sabah güneşi kırmızı kiremitli evin üstüne doğduğu zaman herkes kalkmış sabah kahvaltısına oturmuştu. Değirmende çok iş vardı yapılacak yol hazırlığı için Murat’ın bavulu hazırlanacaktı. Yine Murat’ı uğurlamak için gelenler olacaktı.

Değirmen gelen müşterilerle dolup taşarken İsmail ve Mustafa soluk almaya fırsat bulamıyorlardı. Bu arada köyden bir traktör insan gelmiş Murat için hayırlı olsun diliyorlardı. İsmail hem değirmen ile hem de misafirlerle ilgileniyordu. Murat bile değirmende çalışıyordu. Gelenlere çay ikramı yapılıyor sohbet ediliyordu. Yine değirmenin yanına serilen sofralar yemeklerle doluydu. Aysel anne oğlu için çeşit çeşit yemekler yapıp gelen konuklara ikram ediyordu. Nazlı can bahçe içinde koşup oynuyordu. Nihayet akşam güneşi tepelerin ardına süzülürken traktör hazırlanıp bavullar traktörün kasasına yüklendi. Hepsi traktörün kasasına binip istasyonun yolunu tuttular traktörü Mustafa kullanıyordu. Traktör homurtulu sesler çıkararak yolları aşıyordu. Traktör istasyona vardığında istasyon sakindi. Hep birlikte traktörden indiler. İstasyonun yanından akıp giden dere boyunca Murat ve Kardeşi yürümeye başladılar. Nazlı can istasyonun yanındaki salıncaklara
binmek istedi. Annesi onu salıncağa bindirip sallamaya başladı. Mustafa ve
Murat dere boyunca yolda yürüyorlardı. Yaşlı çınar ağaçlarının dalları rüzgarda
sallanıyordu. İsmail istasyonun önündeki bankta oturuyordu. Trenin gelmesine
yarım saatten fazla zaman vardı. Az sonra Gülsüm ve babası mercan Mehmet de
geldi. O da kızı Gülsüm’ü yolcu etmeye gelmişti. İki kardeş hiç konuşmadan
öylece yolda yürüyorlardı. Yol kenarındaki çimenlerin rengi sararmaya
başlamıştı. Rüzgar çınar ağaçlarının yapraklarında hafiften esiyordu. Mustafa
bir sigara yakmış derin derin nefesler çekiyordu. Böyle ne kadar zaman geçti
bilinmez tekrar istasyona doğru döndüler. Güneş tepelerin arkasına çoktan
saklanmıştı. İki kardeş istasyona geldiklerinde istasyonda kalabalık artmıştı.
İsmail tren biletini almıştı. Murat karşıda Gülsüm’ü görünce kalbi yerinden
çıkacak gibi oldu. Demek ki o da okumak için gidiyordu. Nazlı can ile annesi de
yanlarına gelmişti. İstasyonda bir hareketlenme oluştu. Tren nerdeyse gelmek
üzereydi. Az sonra trenin keskin düdüğü duyuldu. Uzakta parlak ışığı görüldü. İstasyondaki
yolcular ellerinde bavulları trenin peşi sıra koşuyorlardı. İsmail ve Mustafa’nın
elinde birer bavul vardı. Tren durunca önce Murat bindi ardından bavulları alıp
yerlerine yerleştirdi. Cama gelerek ailesine veda etti. Tüm yolcular binince
kondöktör işareti verdi. Tren düdüğü son kez öttü. Tren yavaş yavaş hareket
etti. Gülsüm de aynı kompartumanda yolculuk ediyordu.  

Trenin tekerlekleri hızla dönerek hızlanırken trene binen yolcularda yerlerine yerleşmişlerdi. Murat’ın gözleri Gülsüm’de takılı kalmıştı. Özlem ve hasretle bıkmadan Gülsüm’e bakıyordu. gerçi Gülsüm’de aynı durumda onun gözleri de Murat’ın gözlerine bakmaktaydı. Bu böyle treninin ilk istasyonu geçinceye kadar sürdü. Sonra Murat Gülsüm’ün yanına giderek boş olan koltuğa oturdu. İki sevgili bütün sıkıntıları unutup mutlu bir şekilde yolculuğun tadını çıkarmaya başladılar. Tren istasyonları bir birinin ardı sıra geçip giderken vakit gece yarısını bulmuş. Yolcuların çoğu tatlı bir uykuya dalmıştı. Trende ara sıra kondaktörün biletler, Yeni binenler diyen sesinden başka ses duyulmuyordu. İsmail ve ailesi değirmene dönünce içlerinde biraz burukluk ve mahzunluk vardı. 

 Aysel anne kızını kucağına aldı al pembe
yanaklarına sevgi ile öptü. Bağrına basıp saçlarını okşayıp teşekkür etti.
İçinden Allaha şükredip kendisine böyle çocuklar verdiği için dua etti. İsmail
değirmende müşterilerin buğdaylarını öğütüyordu. Mustafa doğru değirmene gidip
babasına yardım etmeye başladı. Güzel güneşli bir İzmir sabahında Murat ve
Gülsüm Basmane garında trenden indiler. Bavulları ellerinde bir taksiye
bindiler. Önce Gülsüm’ün kalacağı akraba evine gittiler. Gülsüm’ü kalacağı eve
bırakan Murat aynı taksiyle kendisi için tutulan eski İzmir tarafındaki eve
doğru hareket etti. İzmir’in sıcak havası yol yorgunluğu iyice gevşetmişti
Murat’ı. Eve gelir gelmez taksi ücretinin ödeyip bavul elinde kendini zor evine
attı. Eve gelir gelmez bir köşeye uzanıp yattı. İyice yorulmuştu. Dar
sokaklardan meydana gelmiş bu mahallede genelde yoksul insanlar otururdu. Çoğu
mahalle sakini tütün fabrikalarında çalışarak geçimini sağlayan Anadolu’nun
değişik yerlerinden gelme insanlar bu mahallede otururdu. Yine yakın illerden
okumak için gelen öğrencilerde tuttukları evlerde kalırlardı. Murat uykudan
uyandığı zaman vakit ikindiyi bulmuştu. Bavulunu açıp annesinin kendisi için
hazırladığı yiyeceklerle bir güzel karnını doyurdu. Penceresinin kenarında
yaprakları sararmakta olan bir asma asmanın üzümleri üstünde arılar
dolaşıyordu. Yine iki odalı evinin küçük bir balkonu çaddeye bakıyordu. Güneş
batmak üzereydi. Üstünü başını giyip dolaşmak için çıktı. Ana caddede yürümeye
başladı. Ana cadde üzerinde bir çok araba gelip geçiyordu. Bu yüzden karşıdan
karşıya geçerken çok dikkat etmek gerekiyordu. Fuar alanının karşısında bulunan
okuyacağı okulu görünce sevinç ve gururla gülümsedi. Artık bu okulda okuyup iyi
bir öğretmen olacaktı. Fuar alanı boyunca yürümeye başladı. 

O sabah erken kalkan Gülsüm sabah temizliği ve kahvaltısını yaptı. Teyzesinden izin alarak belediye otobüs durağına gitti. Durak fazla kalabalık değildi. Beklemeye başladı. Az sonra beklediği otobüs geldi. Otobüse biletini atarak bindi. Boş olan bir koltuğa oturdu. Otobüs hareket etti. Her durakta otobüse yeni yolcular biniyordu. Nerdeyse otobüs dolmuş yolcuların bir kısmı ayakta yolculuk yapıyorlardı. Kucağında bir çocuk olan kadına Gülsüm yer vererek kendisi ayakta yolculuk etmeye başladı. Kadın teşekkür ederek gösterilen yere oturdu. Otobüs salına salına yol alarak Alsancak’a ulaşmıştı. Gülsüm kapıya doğru yöneldi. Artık Murat ile buluşacakları durağa yaklaşmışlardı. Murat çoktan gelmiş Gülsüm’ü beklemeye başlamıştı. Otobüsten inen Gülsüm’ün elinden tutarak yürümeye başladı. İkisinin de sevinçten gözlerinin içi gülüyordu.  

 

 Hava açık ama
bulutluydu. Ağaçların yapraklarını hışırtılar çıkartarak savuran bir rüzgar
yazın bittiğini haykırmak istermiş gibi esiyordu. Dalıp gitti Mustafa. Her şey
o kadar çabuk yaşanmıştı ki. Yaşananlara bir anlam bile veremiyordu. Çok sevdiği
Saliha artık kara toprakta kendisi ise nerdeyse ölümden dönmüştü. Belki ölse
iyi olacaktı. Saliha ile ahrette kavuşup mutlu olacaktı. Gözleri doldu nerdeyse
ağlayacaktı. Yanık kavalın sesi iyice kederlenmesine neden oldu. Koyun sürüsü
tepeden aşağıya doğru sabırsızca iniyordu. Çoban Mustafa’yı görünce elinden
kavalı bıraktı. Selam verip Mustafa’nın yanına kepeneğini serip oturdu.  Mustafa sigara paketini uzatıp

--Yakar mısın çoban ağabey dedi. Çoban sigarayı paketten
çekip çakmağını yaktı. Sigaranın ucuna tuttu. Sigara önce hafif sonra iyice
yanınca hemen dudakları arasına alıp derin nefesler çekince sigaranın ucu al al
parlamaya başladı. Mustafa çobana ağabey çok dertli çalıyorsun dedi çoban bunun
üzerine --Dert insana mahsustur Mustafa kardeş dertsiz kul var mı
ki dünyada dedi. Sigarasından bir nefes daha çekti.   

 Mustafa çobana senin ne derdin var ki diyecek oldu. Çoban anlatmaya başladı. Dünyaya gelip de sevmeyen var mı? Sevip de kaç aşık kavuşmuş sevdiğine şayet öyle olsaydı. Mecnun, kerem, Ferhatlar olur muydu.  Bende çok sevdim gençken ama Allah nasip etmedi. Alamadım sevdiğim kızı. O gündür bu gündür kavalıma söylerim sevdamı o yanık yanık öterken nasır bağlamış yaram acırda acır. Mustafa içinden ben kime nasıl söylerim acılarımı sevdamı kara toprak altında yatan Saliha’mı diye düşündü. Sigarasından derin derin çekip hayıflandı. Çoban Mustafa kardeşim dünya o kadar büyük ki. Herkesin karınca kararınca bir derdi var o derdiyle geçinip gidiyor. Kimi yoksul kimi hastalıklı kimi gurbet ele düşmüş anlayacağın herkesin bir derdi var. Derdiyle ömrünü tamamlayıp gidiyor dedi. Mustafa sigara paketini çıkarıp çobana uzattı. Birer sigara daha yakıp sohbeti koyulaştırdılar. Koyunlar dere kenarındaki yeşil otları iştahla kemiriyorlardı.  

 Saat sabahın altısı bungun bir İzmir sabahı denizin rutubeti insan üstünde tonlarca yük misali binmiş. Murat heyecan içinde okula başlayacağı ilk gün nelerle karşılaşacağını bilmeden gözü saatte. Yatağında dönüp duruyordu. Artık bu şehre alışmalıydı. Bundan sonra bu şehirde okuyacak, bu şehirde yaşayacaktı. Saatin akrebi yedinin üstüne gelirken yatağından isteksizce kalkıp lavaboya gitti. Elini yüzünü bir güzel yıkayıp kuruladı. Mutfağa geçip kendisi için kahvaltı hazırladı. Demli çaydan içince kendisini daha iyi hissetti. Kahvaltısını ettikten sonra masasını topladı. Üstünü başını giyip mahallenin dar sokaklarına açılan ahşap kapıdan çıkıp okula doğru yürümeye başladı. Sokaklarda işe gitmek için erkekli kadınlı bir çok insan acele acele yürüyorlardı. Ana cadde üzerine gelince otomobillerin korna sesleri motor gürültüsü insanın kulaklarını tırmalıyordu.

 Murat okula geldiği zaman okulun bahçesinde görevli hizmetliden başka kimseler yoktu. Bir çam ağacının altında beklemeye başladı. Zaman geçtikçe okulun bahçesine öğrenciler gelmeye başladılar. Saat dokuz olduğu zaman okulun zili çaldı. Öğrenciler bayrak direğinin karşısında sıra oldular. Murat’ta onlara katılarak onlarla birlikte istiklal marşını okudu. İstiklal marşı okunduktan sonra gözlüklü hafif tıknaz seyrek saçlı okul müdürü kısa bir konuşma yaparak öğrenciler sıra ile sınıflarına girdiler. Murat sınıfa girince boş olan arka taraflardan bir sıraya oturdu. Gülsüm güzel bir İzmir sabahında heyecan
içinde uyanıp teyzesine sabah kahvaltısı hazırlamak için yardım etti. Okul için
hazırlanıp çantasını alıp otobüs durağına koşar adım gidip beklemeye başladı. Az
sonra gelen otobüse bindi otobüs çok kalabalıktı. Ayakta yolculuk yapacaktı. Otobüs
duraklarda durarak yolcu indirip bindiriyordu. Sarsıla sarsıla giden otobüs
insanı iyice yoruyordu. Fuarın karşısına gelince otobüs durakta durdu. Gülsüm’de
otobüsten inip okula koşar adım gitti. Zil çalmış öğrenciler derse girmişti. Özür
dilerek sınıfa girip boş bulan bir sıraya oturdu

   O gün değirmene pastırma yazı denilebilecek kadar güzel bir hava hakimdi. Mavi gökyüzünde beyaz bulutlar yok denecek kadar azdı. Güneş bütün güzelliği ile ısıtıyordu. Rüzgar sanki ılık bir meltem misali ara sıra okşuyordu yaprakları. Değirmen sakin taşlar ağırdan dönüyordu. Aysel kadın ve Nazlı can evden çıkmışlar bahçeye serdikleri bir kilim üstünde oturuyorlardı. Mustafa babasına yardım ediyordu. Nazlı can Mustafa ağabeyine koşarak ağabey haydi gezmeye gidelim diye elini sıkıca tuttu. İsmail hadi kırma kızımızı gezin dedi. Mustafa Nazlı canın elini bırakmadan tamam diyerek dere boyunca yürümeye başladı. Aysel kadın ve İsmail iki kardeşin arkalarından sevgiyle bakarken akıllarında gurbete okumaya giden Murat vardı. Yaşlı çınar ağaçlarının üstlerinde sararıp solmakta olan yapraklar iyice azalmıştı. Yine derenin suları azalmış yer yer dere kenarında su birikintileri oluşmuştu. Çobanın yanık kavalı derenin sesiyle birlikte duyulmaya başladı. Çobanın kavalı yine yanık bir ezgi çalıyordu. Kavalın sesini duyan Nazlı canın gözleri parladı. Pamuk gibi kuzuları seveceğine öyle sevinmişti ki. Mustafa yaşlı bir çınar ağacının gölgesine sırtını dayayıp oturdu. Nazlı can kuş üzümlerine doğru giderek olgunlaşmışlardan yemeye başladı. Mustafa kardeşinin neşesiyle mutlu oluyor bütün acılarını unutuyordu. Cebinden Sigara paketini çıkaran Mustafa bir sigara yaktı. Cebinde iyice yassılaşıp buruşan pakete baktı. İçinden sende olmasan ben ne yaparım acılarımı nasıl unuturum diye geçirdi. Ağzından efkarlı bir dumanı üfledi. Çobanın kavalının sesi iyice yaklaşmıştı. Boyunların ardından pamuk gibi kuzuları görünce Nazlı can daha fazla dayanamayıp koşarak onların yanına gitti. Karşısına çıkan ilk kuzuyu sevip okşamaya başladı. Tatlı dişliyle onlara hoş sözler söylüyor sevip okşuyordu. Çobanın oğlu da bu sevince ortak olmuş birlikte pamuk gibi beyaz kömür karası kuzuları sevip okşuyorlardı. Çoban Mustafa’nın yanına kepeneğini serip oturmuş, ikram edilen sigarayı yakmıştı.  Mustafa çobanı henüz yeni tanımış olmasına rağmen onun sohbetinden güven dolu kendinden emin konuşmasından çok hoşlanıyordu. Çoban orta yaşlarda dinç sevecen güleç yüzlü bir adamdı. Sık siyah saçları kıvırcıktı. Ela gözleri insana sevgiyle bakardı. Bu gözleri gören insan bu insandan kötülük gelmeyeceğine hemen inanırdı. Sırtındaki elbise yamalı fakat gayet temizdi. Mustafa ile ortak noktalarından biriside sigara tiryakisi olmasıydı. Çoban ile Mustafa koyu bir sohbete dalmışlardı. Bile Nazlı can ile çobanın oğlu dere kenarında buldukları kaygan taşları sektirme yarışına girmişlerdi.    

 Sadık erkek olmanın verdiği güç ile bu işi gayet iyi yaparken, Nazlı canda yılmadan onunla yarışıyordu. Çoban ya Mustafa diye başladı söze. Hiç sormazsın değil mi bu Hasan niye çobanlık eder. Niye köyünden yurdundan ayrı, niye bu gurbetin kahrını çeker diye. Mustafa meraklı gözlerle gözlerinin içine baktı. Çoban anlatmaya başladı. Çocukluğum çok iyiydi. Ailemin tek evladı bendim. Bu yüzden bir dediğim iki edilmez her şeyim olurdu. Bende bu yüzden şımarık büyüdüm. Okula giderken aynı sokakta Ayşe diye bir kızı severdim. Ayşe çok güzeldi ya da bana öyle geliyordu. Onu ne zaman görsem feleğim şaşar elim ayağım dolaşırdı. Nasıl dolaşmasın kara melikli saçlarını omzuna saldı mı hele birde salına salına nazlı nazlı yürüdü mü bak bendeki şaşkınlığa. Hele kömür gözleriyle gözlerimin içine bakınca delip geçerdi yüreğimi. Severdim onu mecnun misali yanıp tutuşurdum. Ama o hiç yüz vermez beni umursamazdı. Bense için için yanardım onun için. Mustafa bu içten ve duygulu konuşmayı dinledikçe için için ağlıyordu. Saliha’nın hayali gözünün önünden hiç gitmiyor. Sanki canlanıp ben geldim diyecek gibi oluyordu.    Çoban duygulu ve içten sesiyle anlatıyor. Mustafa için için ağlıyordu. Sonra dedi Mustafa çoban derinden bir iç çekip sonramı dedin dedi. bizim oralarda aile içinde toprak bölünmesin diye akraba evliliği yaygındır. Bu yüzden Ayşe’yi küçük yaşta teyze oğluna nişanladılar. Ben ne yapacağımı bilmez halde çıkıp gittim köyden o gün bu gündür gitmedim görmedim. Buraya yerleştim. Çalışıp çabaladım evlendim. Oğlum ve eşimle yuvarlanıp gidiyoruz dedi. vakit epey geç olmuştu. Güneş tepelerin ardına doğru hızla giderken gölgeler iyice uzamıştı.    

Zamanın nasıl geçtiğini anlamayan Nazlı can ve Sadık iyice oynayıp eğlenmişlerdi. Çoban ve Mustafa dalmış oldukları koyu sohbetten çok memnundular. Gerçi ikisinin de yüreklerindeki yaralar deşilmişlerdi. Ama olsun sohbet ve içilen sigaralar buna değerdi. Mustafa kardeşini çağırarak gelmesini söyledi. Koyunlar dere kenarındaki yeşil otlarla karınlarını bir güzel doyurmuşlardı. Nazlı can koşarak abisinin yanına geldi. Ağabeyi elinden tutarak dere kenarından değirmene doğru yürümeye başladı. Bu arada nazlı can ardı sıra çobana ve Sadık’a el sallamayı ihmal etmedi. Sadık babasının yanına gelerek yerdeki kepeneğin üstüne oturdu. Çoban torbasından çıkarmış olduğu bir elmayı ona verdi. Bu elma kırmızı ve oldukça suluydu. Sadık büyük bir iştahla elmayı ısırırken çoban yine kavalını yanık yanık çalmaya başlamıştı.

Ders çıkışı Murat Gülsüm’ün yanına sokuldu. Yarın hafta sonu ne yapacaksın diye düşündü. O da bilmem dedi. Murat o zaman yarın saat 10 da burada buluşup gezelim dedi. Gülsüm tamam diyerek otobüs durağına doğru yürüdü. Murat Basmane garından yana doğru gidiyordu. Kış için kendisine kışlık elbise bakacaktı. Kemer altı çarşısı dar sokakların arasında bir çok küçük dükkandan oluşuyordu. Hatta bazı satıcılar tezgahlarını cadde üzerinde açmışlardı. Genç satıcılar bağırarak müşteri çağırıyorlardı. Çarşı her zaman ki gibi yine kalabalıktı. İnsanlar kalabalıktan güçlükle ilerliyorlardı.  

 Kalabalık arasında ilerleyerek kışlık ürünler satan bir mağazaya giren Murat satıcının tatlı dili ve kibarlığı ile karşılaştı. Alacaklarının hepsini o dükkandan aldı. Nerdeyse akşam olmak üzereydi. Elinde poşetler dar sokaklardan geçerek evinin yolunu tuttu. Evine doğru sokaklar tenhalaşmıştı. Birkaç çocuk sokakta saklambaç oynuyorlardı. Evi biraz yokuşta olduğu için merdivenleri tırmanmak gerekiyordu. Bahçe kapısına varınca ahşap kapının mandalını iterek açtı. Küçük bir bahçesi olan evinin bahçesinde nerdeyse solmak üzere olan çiçekli bir bahçesi vardı. Yine oda penceresine doğru uzanmış üzüm asmasında arılar dolaşıyordu. Hemen odasına geçip aldıklarını yerleştirdi. Yarın okul yoktu. Gülsüm ile birlikte gezeceklerdi.

Gülsüm uyandığında saat dokuzu çoktan geçmişti. Kalktı elini yüzünü yıkadı. Teyzesi mutfakta kahvaltı hazırlıyordu. Ona yardım etti. Teyzesinin demlemiş olduğu çay ile birlikte güzel bir kahvaltı yaptılar. Sonra hazırlandı. Saçlarını taradı. Teyzesinden izin alarak otobüs durağının yolunu tuttu. Durak sakindi. Az sonra kırmızı rengiyle belediye otobüsü karşıda göründü. Bilet kutusuna bilet atarak otobüse bindi. Arkalardan bir koltuğa oturdu. Otobüs duraklarda yolcu indire bindire ilerliyordu. Yarım saat sonra Alsancak tren garının yanından geçtiler. Gülsüm yerinden kalktı. Murat çoktan gelmiş onu bekliyordu. Otobüs durağa gelince inip Murat’ın elinden tuttu. İki sevgili konak iskelesine doğru yürümeye başladılar. Güneşli güzel bir İzmir günü sanki yazdan kalmış bir gündü. İki sevgili her şeyi unutmuş son derece mutlu bir şekilde kaldırımda yürüyordu. Yol kenarlarında seyyar satıcılar ufak tefek şeyler satıyorlardı. Lokantalardan yemek kokuları geliyordu. Karşıda çarşaf gibi deniz duruyordu. Bir yük gemisi düdük çalarak dalgaları yırtarak ilerliyordu.

 Denizin kenarında bir banka oturan iki sevgili denizi ve geçen gemileri seyre daldılar. Bu  arada gelecekten, gelecekteki mutlu günlerden söz ederek zamanın nasıl geçtiğini anlamadılar. Hava iyice ısınmıştı. Bir yandan sıcaklık bir yandan rutubet iyice bunaltıcı idi. Kalktılar saat kulesine doğru yürüdüler orda bulunan güvercinler yem alıp attılar. Güvercinler o kadar sevecen ve yakındılar ki nerdeyse ellerinin üstüne konacaklardı. Sonra bir tost büfesinde birer tost ısmarlayıp yanında buz gibi bir kolayla karınlarını doyurdular. Kemer altı çarşısında dolaşmaya başladılar. Bu çarşıda her çeşit eşya satılıyordu. Bir toka dükkanından Gülsüm kendine bir adet saç tokası aldı. Sonra bir seyyar satıcıdan bir birleri için birer kolye alıp birbirlerine hediye ettiler. Kolyelerin içlerinde resimlik vardı. İkisi de bir birlerin gözlerinin içine bakıyorlardı. Vakit epey geç olmuştu. Murat Gülsüm’ü otobüs durağına bırakıp otobüse bindirdi.

Gülsüm otobüse bindikten sonra içinde tarifsiz bir mutluluk vardı. Her durakta binen yolcularla otobüs tıka basa dolmuştu. İzmir’in dar sokaklarında salına salına ilerliyordu. Her durakta yeni yolcular biniyordu. Cam kenarında oturan Gülsüm pencereden dışarıyı seyre dalmıştı. Gülsüm’ü otobüse bindirdikten sonra Murat yürüyerek Basmane istikametine doğru gelmişti. Orada bulunan bir kahvehanede çay içmek için kahvehaneye girdi. Bir masaya oturup günlük gazeteleri okumaya başladı. Böyle ne kadar vakit geçti bilinmez hesabı ödeyip dışarıya çıktı. Nerdeyse güneş batmak üzereydi. Kalabalık caddeden evinin yolunu tuttu. Yarın yeni bir hafta başlayacaktı, ödevlerini yapması gerekiyordu. 

O sabah bir türlü olmak bilmiyordu. Saatler sanki durmuş geçmiyordu. Gülsüm’ün gözü duvardaki saatte bir sağına bir soluna dönerek zamanın geçmesini bekliyordu. O gün yarıyıl tatili için karnelerini alacaklardı. Daha akşamdan tren biletlerini almışlardı. Murat ile birlikte köye döneceklerdi. En çok karnesini merak ediyor, sonra Murat’ın karnesini ve özlediği köyünü annesini babasını merak ediyordu. Her zaman koşarak giden yelkoğan bu gün yerinden kıpırdamıyordu. Daha sabahın olmasına iki saatten fazla zaman vardı.

Murat okula geldiği zaman okulun bahçesinde mahşeri bir kalabalık vardı. Ortalık bir ana baba günüydü. Öğrenciler ve veliler okulun bahçesini doldurmuş hatta bir kısım okulun fuar alanının karşısında okulun bahçesinin dışında toplanmıştı. Herkes bir telaş heyecan içindeydi.

Nihayet toplanma zili çalınca okulun bahçesinde toplanan öğrenciler öğretmenlerin gözetiminde sıra ile sınıflarına girdiler. Okulun bahçesinde veliler kalmıştı. Murat ve Gülsüm heyecan içinde karnelerini bekliyorlardı. Sadece onlar mı sınıftaki tüm öğrenciler heyecanla karnelerini bekliyorlardı. Az sonra sınıfa giren öğretmen elinde karnelerle güleç yüzüyle sınıfın kapısında gözüktü.

Murat ve Gülsüm karnelerini aldılar ikisinin karneleri çok iyi değildi ama çok kötüde sayılmazdı. Okuldan çıkıp evlerinin yolunu tuttular. Akşam saat altıda trene binmek için  Basmane tren garında buluşmak için sözleştiler. Murat hızlı adımlarla evinin yolunu tuttu. Eve varır varmaz hazırlıklarını yaptı. Saat beş gibi evden elinde valizi olduğu halde basmane garının yolunu tuttu. Basmane garına vardığı zaman ortalık sakindi. Gülsüm henüz gelmemişti.

Tren garı kalabalıklaşmaya başlamıştı. Az sonra elinde valizi Gülsüm’de gelmişti. Vakit geçirmeden açılan bilet gişesinden biletlerini alıp trene bindiler. Biletlerinde numarası yazılı olan yere oturup trenin hareket etmesini beklediler. Değirmen o gün çok hareketliydi. Sabah erkenden kalkan Aysel kadın oğlu Murat’ın sevdiği yemekleri yapmak için kolları sıvamıştı. Hatta bu yüzden diğer oğlu Mustafa’yı kasabaya göndermiş evin eksiklerini bile aldırmıştı. Nazlı can yerinde duramayıp abim gelecek diye sevinçten ne yapacağını bilmiyordu. İsmail sobanın başında sigarasını yakmış evdeki tatlı telaşayı izliyordu.

 İsmail nihayet sigarasını söndürdü. Kararlı bir şekilde Mustafa’ya

--Oğlum Mustafa haydi Gidelim Balıkesir’e bir Otomobil alalım dedi Mustafa’nın yüzünde bir tebessüm belirdi. Nazlı Can sevinçle ellerini çırptı. Yaşasın bizde otomobil alacağız dedi. Baba Oğul traktöre binerek kasabanın yoluna düştüler. Kasabaya gelince traktörü bir tanıdıklarının oraya bırakarak Otobüse bindiler. Mustafa yol boyunca çeşitli düşler kurdu. Nihayet bir otomobil alacaklardı. Balıkesir’e varınca doğru galerilerin olduğu yere gittiler. Birkaç galeriyi dolaştıktan sonra beyaz renkli bir otomobili beğendiler. Galerici ile sıkı bir pazarlıktan sonra otomobili alıp parasını ödediler. Notere gidip satış işlemlerini yaptılar. Vakit ikindi olmuştu. Mustafa direksiyona geçerek kasabaya doğru yola çıktılar. Kasabaya varınca traktörü İsmail alarak değirmene doğru sürdü. Mustafa da otomobili sürüyordu. Değirmene gelince anne kız onları evin kapısında karşıladı. İsmail hemen bir kuzu keserek fakir fukara için dağıtmaya karar verdi.  Tren karanlıkları yararak ilerlerken Murat ve Gülsüm yan yana koltuklarda oturuyorlardı. Düm düz ovalardan hızla geçen tren köylerden kasabalardan geçerken düdüğünü çalıyordu. Bazı istasyonlarda durup yolcu indirip bindiriyordu. Vakit gece yarısı olunca tren Balıkesir’e gelmişti. Balıkesir garında trenin camından bakan Murat camdan sarkarak börekçiden biraz börek aldı. İkisi birlikte büyük bir iştahla böreği yediler. Tren nihayet hareket etti. Tren saat iki gibi kasabanın istasyonuna gelmişti. Kondöktör uyuyan yolculara sesleniyordu. Tren durunca Murat ve Gülsüm ellerinde valizleri olduğu halde indiler. Onları İsmail ve Mustafa karşılamıştı. Yine Gülsüm’ün babası da orada idi hep birlikte otomobile binip yola çıktılar. Murat bu otomobile çok sevinmişti. Otomobilin alınması onun için tam bir sürpriz olmuştu. Otomobil önce köye gidip Gülsüm ve babasını köye bıraktı. Sonrada değirmenin yolunu tuttu.

Kışın soğuk ve yağışlı günleri bitmiş bahar hafiften yüzünü göstermeye başlamıştı. Değirmenin yanından akan derenin sularına doruklardaki kar suları karışmış, dere gürül gürül akıyordu. Tek tük de olsa değirmene müşteri geliyor Mustafa müşterilerin işlerini özenle yaparak değirmenin arkını açıyor, değirmenin taşları gürültü ile dönüyor oluklardan taze on dökülüyordu. Diğer zamanlarda gezintilere çıkan Mustafa nasır tutmuş yarasını yüreğinde saklıyor. Zaman zamanda sevdiğinin mezarına giderek ona dualar okuyordu. Derdini kimseye demiyor. Yalnızlığı ile teselli buluyordu. Onu yaşama bağlayan nedenlerden biride küçük kız kardeşi Nazlı can idi. Bu kız ne yapıp edip Mustafa’nın mutlu olmasını sağlıyor. Yaptığı nazlarla Mustafa’nın dertlerini bir parça olsun unutturuyordu. Mustafa bu haliyle kimseyi Saliha’nın yerine koyamaz kimseyi sevemezdi. Saliha’nın boşluğunu hiçbir kadın dolduramazdı.  Zaman derenin suları gibi akıp gidiyor tarlalar diz boyu ekinlerle yeşeriyordu. Değirmenin yanındaki bostana leylekler gelmişlerdi bile.

Bu güzel havalar değirmen sakinlerinin evlerinin bahçelerine çıkmalarını sağlamıştı. İsmail bağ makası ile asmaları budamış yine eğin önündeki gülleri budayarak bahçeyi temizlemişti. Anne kız bahçeye serdikleri kilimin üstünde temiz hava alıyorlar hatta ailecek yemekleri bile açık havada yiyorlardı. O gün değirmende iş yoktu. Mustafa öğle yemeğinden sonra tüfeğini eline alarak dışarı çıktı bunu gören Nazlı can

--Abi gezmeye gidiyorsan bende gelmek isterim dedi Mustafa gülümsedi ve kardeşinin elinden tuttu. Bu gezmeler sadece Nazlı canı mutlu etmiyordu. Bu gezmelerden Mustafa de Nazlı can kadar mutlu oluyordu.

Mustafa kardeşiyle birlikte dere boyunca giderken arkalarından İsmail ve eşi sevgiyle bakıyorlardı. Dere kenarlarında ağaçlar tomurcuk çiçeklerini açmışlar yeşil çimenlerin arasında sarı renkli çiçekler belirmişti. Mustafa ve nazlı can güle oynaya bu keyifli yolculuğu yaparken uzaklardan kaval sesi ve koyunlarının çanlarının sesi duyulmaya başlamıştı bile. Çoban hasan ve oğlu yine sürüyü otlatmak için dere boyuna geliyorlardı. Az sonra koşarak dereden su içmek için koyunlar adeta bir birleriyle yarışıyorlardı. Karşıdan çobanın oğlunu gören Nazlı can’ın gözlerinin içi parlamış sanki yıllardır hiç görmediği bir arkadaşına kavuşmanın sevinciyle ona doğru koşmuştu. Bu karşılaşma çobanın oğlunu da yeterince mutlu etmişti.

 Çoban hasan Mustafa’nın yanına gelince yaşlı bir kütüğün üstüne kepeneğini sererek oturdu. Mustafa da yanına çöktü. Mustafa sigara paketini çıkarıp çoban hasana uzattı. Çoban hasan uzatılan sigarayı alıp yaktı. Ateşi Mustafa’ya uzattı. O da sigarasını yakınca çakmağını cebine koydu. Nazlı can ve çobanın oğlu yeni doğmuş kuzularla oyunlar oynuyordu. İki tiryaki sigaranın dumanlarını savura savura sohbeti iyice koyulaştırmıştı. yamaçlardan gürül gürül akan derenin sularının sesi geliyordu. 
nihayet yarıyıl tatili bitmişti. Mustafa ve İsmail birlikte Murat’ın eşyalarını koyduğu valizleri arabanın bagajına koyarak Murat’ı trene bindirmek için yola çıktılar. murat köydeki dedesiyle vedalaşmak isteyince arabayı köye sürdüler. köyde cemil dede onları sevecen haliyle karşıladı. cemil dede iyice yaşlanmış belinin kamburu iyicene ortaya çıkmıştı. murat cemil dedenin ve anne annesinin ellerini öptü. onlarla vedalaştı. araba tekrar yola çıktı. araba tekrar istasyona doğru yola koyuldu. murat özlemle camdan köyünün evlerine bağlarına bahçelerine bakıyordu. akşam güneşi tepelerin ardından süzülüp gidiyordu. Mustafa ve İsmail istasyona gelince Mustafa valizleri indirirken İsmail de oğlu için bilet alıyordu. tren nerdeyse gelmek üzereydi. bileti alan İsmail oğlu Murat’ın cebine dolgun bir harçlık koymayı ihmal etmedi. trenin keskin düdük sesi duyulur duyulmaz baba oğul bir güzel sarılıp kucaklaştı. Mustafa da kardeşini kucakladı vedalaştı elbirliği ile valizleri trene taşıdılar. trene son anda Gülsüm de yetişmişti. bütün yolcular inip bindikten sonra trenin keskin düdüğü tekrar duyuldu. is ve duman kokusu içinde tren hareket etti İsmail ve Mustafa son kez Murat’a el sallayarak otomobillerine binip köyün yolunu tuttular. ertesi gün baharı müjdeleyen güzellikte bir hava vardı. Mustafa av tüfeğini omzuna asıp yine dere boyunda gezintiye çıktı. tabi Nazlı can durur mu o da abisinin peşine takılıp dere boyunca yürümeye başladılar. İler ki tarlaların arasından esen rüzgar koyunların çan seslerini dere boyunca yankılandırıyordu. Az ilerleyince Mustafa ve Nazlı can koyun sürüsünü gördü. çoban her zaman ki yerinde duruyordu. kepeneğin içinde bulmuş olduğu bir kütüğün üzerinde oturmuş sigarasını içmekteydi. Mustafa çobanın yanına gelince selam verdi. Nazlı can yeni doğmuş kuzuların peşine düşmüş onları yakalayıp sevmek istiyordu. çobanın oğlu yakaladığı bir kuzuyu Nazlı cana götürüp kucağına koydu. nazlı can kuzuyu doyasıya sevdi. burunlarına taze kuzu kokusu gelmişti. çoban ile Mustafa karşılıklı birer sigara yakmış içiyorlardı. Nazlı can ve çobanın oğlu kuzuları seviyor. birlikte oyun oynuyorlardı. nazlı can ile sadık ikisi de bu yıl okula başlayacaklardı. her zaman olduğu gibi vaktin nasıl geçtiği anlaşılmadan ayrılık saati gelip çattı. Mustafa ve Nazlı can dostlarına veda ederek değirmene doğru yol aldılar. Çoban ve oğlu arkalarından bir dostu yitirmenin özlemiyle bakakaldılar. 
murat trenden iner inmez bir taksiye atladı şöföre yolu tarif edip evinin yolunu tuttu. hemen yatağına gidip tatlı bir uykuya daldı. ertesi gün okul vardı erken kalkmalıydı. sabah gözlerini açtığında hava alaca karanlıktı. kalktı önce banyo yaptı. mutfağa geçip kendisi için bir çay demledi. annesinin elleri ile yapmış olduğu börek ile bir güzel kahvaltısını yapıp şehrin dar sokaklarından okulun yolunu tuttu. okulun ilk günü olduğu için okul bahçesi oldukça kalabalıktı. bahçede Gülsüm ile karşılaştı iki sevgili bir kenara oturup hasretle koyu bir sohbete daldılar. sohbeti çalan okulun zili bozdu. hemen sıra olmak için bahçede toplanan öğrencilerin yanına gittiler.

 

O gün değirmende olağanüstü hazırlık yapılmaktaydı. Herkes erkenden kalkmış kahvaltısını yapmıştı. Nazlı can okul önlüğünü giymişti. Çünkü nazlı can o gün okula başlayacaktı. Hazırlıklar tamamlanınca hep birlikte otomobile bindiler ve okulun yolunu tuttular okul köyün başındaki harmanlığa bitişik bir düzlükteydi. Okulun önü ana baba günü gibiydi. Okula yeni başlayan öğrenciler annelerin ellerinden sıkıca tutmuş ayrılmak istemiyorlardı. Hatta içlerinden bazıları ağlıyorlardı bile. Nazlı can anne ve babası ve Mustafa zilin çalmasını beklemeye başladılar. Az sonra sadık çobanın elinden tutmuş olduğu halde okul yolunda görüldü. Nazlı can sadığı görünce sevinçle gülümsedi. Çoban yanlarından geçerken selam vermeyi ihmal etmedi. Sessiz bekleyişi zilin sesi bozdu. Hemen öğrenciler sıra oldular okul müdürü kısa bir konuşma yaptı. İstiklal marşı okunduktan sonra öğrenciler sıra ile sınıflarına girdiler. İsmail ve ailesi otomobile binip değirmenin yolunu tuttu. Nazlı can sınıfa girince kalbi heyecan içindeydi. Hemen bir masaya çantasını yerleştirip yerine oturdu. Sadık sınıfa girince ona gülümsemeyi ihmal etti. Öğretmen ilk derste kendini ve öğrencileri tanıttı. Öğrencilerin hemen hepsi köydendi. Yalnız nazlı can okula değirmenden geliyordu. İlk gün dersler oyun şeklinde geçip gidiyordu. Nazlı can bahçede sık sık sadık ile karşılaşıyor onunla kuzular hakkında sohbet ediyordu. Nihayet okulun çıkış saati gelince otomobil okulun önünde durdu. Mustafa kardeşini okuldan almak için gelmişti. Nazlı can ı okuldan alıp getirmek artık onun görevi idi. Nazlı can çıkış ziliyle birlikte otomobilin yanında bekleyen ağabeyine koştu. Sarılıp kucaklaştılar otomobile bindiler. Otomobil gürültüyle hareket etti. Yolculuk boyunca nazlı can hiç durmadan okulda yaşadıklarını anlatıp durdu. Mustafa kardeşini ilgiyle dinledi. Otomobil değirmene varır varmaz nazlı can koşarak anne ve babasına sarıldı. Başladı okulda yaşananları anlatmaya aile ilgi ile kızlarının ilk günde okulda yaşadıklarını dinliyordu. Murat yine kalmış olduğu öğrenci evinde kalıyor. Derslerine daha fazla çalışıyordu. Lise bitince öğretmen okuluna gidecek başarılı bir öğretmen olarak yurduna hizmet edecekti. Murat okumayı çok seviyordu bulduğu her türden kitabı okur. Onların doğrularını alır yanlışlarını bir kenara koyardı. Mustafa nazlı can ı her gün alıyor okula bırakıyor. Çıkış saati gelince otomobile biniyor onu okuldan alıp değirmene getiriyordu. Bu işi büyük bir zevkle yapıyordu. Çünkü Saliha öldükten sonra bütün sevgisini nazlı can a vermiş Saliha'nın boşluğunu nazlı can ın sevgisiyle doldurur olmuştu. Nazlı can günler gelip geçerken okula iyice alışmıştı. Adı gibi nazlı boncuk boncuk gözleriyle kendine güvenen sevimli bir kızdı. Öğretmeni onu çok seviyordu. Derslerinde gayet başarılıydı. Sıcakkanlı olduğu için hemen sınıfta herkes ile arkadaş olmuştu. yine sadık da sınıfın en çalışkan biriydi. Öğretmenin her sorduğu soruya hemen parmağını kaldırıp cevaplardı. Bu yüzde öğretmen sadığı çok severdi. Nazlı can ile sadık çok iyi anlaşırlar teneffüslerde devamlı oyunlar oynarlardı. Nihayet çam ağaçlarının dalları karla kapladığı günlerde yeni yıl gelmiş yeni yıl ile birlikte okullar yarıyıl tatiline girmiş nazlı can pekiyilerle dolu karnesini alıp değirmene gelmiş aile karneyi görünce Nazlı canı hediyelere boğmuştu. Ertesi gün İzmir den gelen murat ailenin sevincine sevinç katmış aile bir arada olmanın mutluluğunu hep birlikte yaşamıştı. Bu arada yaşlanmaya başlayan İsmail oğulların mürüvvetini görmek istiyordu. Bu durumu hanımına açtığı zaman hanımı murat okuyor. Evlenecekse Mustafa evlensin dedi. Münasip bir dille Mustafa ya konu açıldı. Mustafa ya köyde bulunan bütün yetişkin kızlar sayılıp döküldü fakat Mustafa hiç birini kabul etmedi. Her birinde bir kusur bulup reddetti. Anne umutsuz bir şekilde durumu beyine anlattı İsmail çaresiz durumu kabullendi. Karların yavaş yavaş eridiği günlerde okullar yeniden açıldı murat tekrar trene bindi İzmir in yolunu tuttu. Nazlı can da okula tekrar gidip gelmeye başladı. Bu arada kasabada yaygınlaşan elektrikle çalışan değirmenlerden değirmene fazla müşteri gelmez olmuştu. İsmail de kasabada bir ev satın alıp yerleşmeyi düşünmeye başlamıştı. Araştırıp soruşturuldu. Uygun fiyata kasabada bir ev bulunup taşınıldı. Artık nazlı can kasabada okuyacaktı. Hafta sonları değirmene gidiliyor. Bağ bahçe ekiliyor. Tek tük gelen müşterilerin işleri görülüyordu. Nazlı can değirmeni çok seviyor . Hafta sonları değirmene gidileceği günler adeta ip ile çekiyordu. Bazen çoban ve oğlu sadık da koyunları ile değirmenin yakınlarına geliyor. Nazlı can yeni doğan kuzuları seviyor sadık ile oyunlar oynuyorlardı. İsmail'in kasabada aldığı ev iki katlı beyaz badanalı balkonundan yerlere kadar asma ve güllerin sarktığı hoş bir evdi. Bayağı para vermişlerdi ama gerçekten hoş bir ev almışlardı. Yine evin önünde küçük bir bahçesi vardı. Aysel hanım yeni evi çok sevmişti. Kasabaya yerleşmişler. Artık onlarda şehir hayatına alışacaklardı. Bu arada murat İzmir de okumaya devam ediyor bütün gayreti ile yüksek öğrenimine hazırlanıyordu. Bu yıl lise bitecekti ve mutlaka üniversite okumak istiyordu. En çok istediği meslek ise öğretmenlikti. Öğretmen olacak yurdun neresi olursa olsun görev yapacak yurdunun çocuklarını okutup onları cehaletten kurtaracaktı. Bu yüzden babasının onayıyla okuldan sonra bir dershaneye gidiyor üniversiteye hazırlanıyor boş zamanlarında Gülsüm ile buluşup İzmir’i geziyorlardı. Gülsüm de öğretmen olmak için yanıp tutuşuyor. Yurduna hizmet etmek istiyordu. İsmail de zamana uyarak şehirde elektrik ile çalışan bir değirmen kurmaya karar verdi. Biraz parası vardı. Köydeki bir kaç parça tarla ile traktörü satarsa rahatlıkla yeni değirmeni kurabilirdi. Hemen uygun bir yerde bir arsa bulup aldılar. Ve inşaata başladılar. Mustafa inşaatı bizzat yönetmede babasından geri kalmıyor her işe koşturuyordu. Nazlı can okulda büyük bir gayret göstererek okumayı sökmüş yine pekiyilerle dolu bir karne ile sınıfı geçmişti. Aile onu hediyelere boğmuştu. Nazlı canın kasabaya gitmesi sadığı biraz üzmüştü. Fakat ara sıra değirmende onu görmesi onu mutlu ediyordu. O da iyi bir karne ile ikinci sınıfa geçmiş babası ona yeni bir elbise ile ayakkabıyı hediye olarak almıştı. Yeni değirmen inşaatı hızla devam ediyordu. Bu arada köydeki bütün tarlalar satılmış sadece eski değirmenin olduğu yer ile eski değirmen kalmıştı. Murat ile Gülsüm artık liseyi bitirmişler girmiş oldukları üniversite sınavının sonucunu beklemeye başlamışlardı. Murat kasabaya dönmüş yeni değirmenin inşaatında Mustafa ve babasına yardım ediyordu. İnşaat da çok fazla usta çalışıyor bir an önce yeni değirmeni kurmaya çalışıyorlardı. Nihayet evlerin çatılarında leyleklerin görüldüğü güzel bir haziran sabahı değirmen inşaatı bitti. Açılışı adet üzere kasabanın belediye başkanı hayırlı olsun dilekleriyle yaptı. Yeni değirmen artık çalışmaya hazırdı. O yıl mahsul boldu. Değirmenin deposu buğday ile dolup taşıyordu. Çoğu çiftçi buğdayını değirmene teslim ediyor ihtiyacı oldu mu un olarak değirmenden alıyordu. Böylece buğdayını emniyette bırakmış oluyor. Onun için ambarda saklama derdinden kurtulmuş oluyordu. Yaz tatili boyunca nazlı can derslerine çalışıyor hafta sonları ailecek gittikleri eski değirmende dere kenarına gezintiler yapıyordu. Artık kendi başına korkmadan gezebiliyordu. Ara sıra sadık ile karşılaşıyorlar oyun oynayıp kuzuları seviyorlardı. Mustafa yeni değirmene alışmış değirmeni çekip çeviriyordu. Hatta otomobili satmışlar yerine bir pikap almışlardı. Hafta sonları pikaba binip çevre köylere gidiyor onlara un verip buğday alıyordu. Bu arada murat Erzurum da edebiyat Fakültesini kazanmış artık Erzurum da okumaya devam edecekti. Gülsüm de Çanakkale de öğretmen okulunu kazanmış o da Çanakkale de okuyacaktı. Günler su gibi akıp geçmiş yaz tatili bitmişti. Ailecek hazırlık yapıldı. Önce murat Erzurum a yolcu edildi. Sonra nazlı can kasabadaki okula gönderildi. Okul evlerine yakın olduğu için artık kendi başına okula gidip gelebiliyordu. Mustafa bir gün kendi köylerinden dönerken Saliha'nın mezarına uğrayıp ona dualar okudu. Yol boyunca onu düşünüp için için ağladı. Saliha o hayat dolu insan genç yaşta ölüp kara toprağa girmişti. Mustafa'yı şu koca dünyada bir başına bırakıp gitmişti. Okulun ilk gününde nazlı can çok heyecanlıydı. Sınıf arkadaşlarıyla teneffüslerde oyunlar oynuyor. Derslerde devamlı parmak kaldırıp söz alıyordu. Öğretmende bu sarı saçlı tatlı kızı çok seviyor. Hele cesaret gösterip parmak kaldırıp söz almasını takdir ile karşılıyordu. Okulun ilk haftası göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş hafta tatiline girilmişti. Ailecek eski değirmene gittiler. Bağ ve bahçelerin hasat zamanıydı. Nazlı can kendi halinde dere kenarında gezmeye başladı. Ağaçlar yapraklarını döküyor dökülen yapraklar dere kenarına yığılırken bazı yapraklarda suların üstünde kuruyup kalmıştı. Derenin suları bile kuru yaprakların rengine boyanmıştı. Yer yer dere kenarındaki çimenler kurumuştu. Bağ bahçe işleri biraz hafifleyince Mustafa da nazlı canın peşinden dere kenarında dolaşmaya çıktı. Tam bir ağaç kütüğüne yaslanıp sigara içecekken koyunların çan sesleri duyulmaya başladı. Az sonra sırtında kepeneği ile çoban göründü. Çoban Mustafa’nın yanına gelince selam verip kepeneğini yayıp üstüne oturdu. Mustafa çobana bir sigara ikram etti. Çoban sigarasından derin bir nefes çekip şöyle bir of çekince. Mustafa hayırdır kardeş bir derdin mi var diye sordu. Çoban çok şükür sağlığım yerinde çobanlıktan da rızkımı çıkartıyorum ama Mustafa kardeş olup olacağı bir oğlum var onu okutmak ister bu köyde olmuyor bu şekilde şehire de gönderemiyorum ne edip ne yapacağımı şaşırmış durumdayım dedi. Mustafa şöyle çobana dikkatli baktı. Çoban güçlü kuvvetli tuttuğunu koparan bir yapıya sahipti. Gel kardeş bizim ile çalış bizim şehirdeki un fabrikasında sana da iş vardır. Bir dilim ekmek kazanırsak birlikte bölüşüp yeriz dedi. Çoban bu teklife çok sevindi. O an tamam dedi. Mustafa devam etti. Fabrikanın yakınında bir ev kiralarsın olur biter dedi.Önde koyun sürüsü yanında oğlu ile birlikte geç vakitte köye dönen çoban koyunları sahiplerine eslim etti. Hanımı akşam yemeğini çoktan hazırlamış baba ve oğlun gelmesini bekliyordu. İşlerini bitiren çoban sürü sahiplerine tek tek artık bu işi yapamayacağını bildirdi. Hepsi ile tek tek helalleşip helallik aldı. Geç vakitte evine gelip akşam sofrasında durumu hanımına anlattı. Hanımı en çok oğullarının şehirde okuyacak olmasına sevindi. Zaman geçirmeden değirmene  yakın bir mahalleden ev tuttular. Köylüler ile vedalaşıp pekte çok olmayan eşyalarını yükleyip şehre taşındılar.

Ders başlamış öğretmen sıra ile öğrencilere Türkçe dersinden okuma parçasını okutuyordu. Sıra Nazlı can’a gelmişti. Nazlı can heyecan ile okumasını sürdürürken sınıfın kapısı çalındı. Öğretmen gel dedi. Bütün sınıf merak içinde kapıya baktı. Kapıya bakanlardan biride Nazlı can idi. Kapıda beliren öğrenci nazlı can için hiç de yabancı değildi. Değirmene gittiklerinde dere kenarında oyunlar oynadığı koyun sürüsü içinde kuzuları birlikte sevdiği çobanın oğlu idi gelen. Öğretmen yeni gelen öğrenciyi sınıfa tanıttıktan sonra uygun bir yere oturmasını söyledi. Nazlı can pür dikkat okumasını sürdürdü. Ders bitmiş teneffüs zili çalmıştı. Koşarak sınıftan çıkan Nazlı can soluğu Sadığın yanında aldı. Elini uzatıp hoş geldin dedi. Sadık uzatılan eli boş çevirmeyip hoş bulduk dedi. İki arkadaş aynı okulda okumanın sevinciyle bahçede dolaşmaya başladılar.  Kasabada yapılan fabrika inşaatı bitmişti. Un fabrikasının açılışını kasabanın belediye başkanı yaptı. Hayırlı uğurlu olsun deyip açılış kurdelesini kesti. Fabrika açılışı için pilavlı ayranlı ikram dağıtıldı. Fabrikanın açılışını duyan köylüler traktörlerle ekinlerini fabrikaya taşımaya başlamışlardı. Karlı kaplı otobüs garajına gelen otobüs perona yanaştı. Murat Erzurum’u ilk kez görüyordu. Kar yığınları içinde damların çatılarında erimemiş buz sarkıtları sarkıyordu. Erzurum her zaman ki gibi soğuk ve karlıydı. Hemen bir otel bulup yerleşti. Yerleştikten sonra yemek yiyip karnını doyurmak için sokağa çıktı. Karlı buzlu yollardan geçerek bir lokantaya girdi. Karnını bir güzel doyurup tekrar otele dönüp dinlenmeye çekildi.

Fabrika açıldıktan sonra duyanlar traktör kasalarına doldurdukları buğdayları fabrikaya teslim edip teslim fişi alıyorlardı. Yıllarca değirmencilik yapmış aileye herkes sonsuz derecede güven duyuyordu. Şimdiden buğday silosunun yarısı dolmuştu bile

Okulda sadık aklı ve zekası ile öğretmeni ve arkadaşları tarafından çok sevilen bir öğrenci olmuştu. Derslerini zamanında yapar ve planlı ders çalışırdı. Nazlı can en samimi arkadaşı olmuştu. Zaman zaman değirmenden dereden koyunlardan bahseder eski günleri anarlardı.  Günler hızla akıp geçmiş karlı bir kış günü yarıyıl tatili gelmiş öğrenciler karnelerini almışlardı. Karneyi alan Nazlı can okul çıkışında hemen Sadık’ın yanına koşmuş kendi karnesini ona gösterirken onun da karnesine bakmıştı. İkisinin karnesi de iyilerle pekiyilerle doluydu. İkisi de birlikte güle oynaya evlerinin yolunu tuttular. Karneyi anne ve babalarına gösteren Nazlı can  çok mutluydu. Karneyi gören ev halkı da çok mutlu olmuştu. Böyle bir karneyi bekleyen Mustafa kardeşine hediye olarak almış olduğu kol saatini vererek kardeşinin başarısını kutlamış oldu. O da abisine sarılarak yanaklarına öpücükler kondurdu. Oğlunun karnesini gören Hasan ve hanımı çok mutlu oldular. Çünkü oğulları okusun diye köyü bırakıp kasabaya taşınmışlardı. Bütün amaçları ailenin tek oğlunun okuması idi. Oğullarının okuması için ne gerekiyorsa yapacaklardı. Babası sadığı yanına alarak bir mağazaya götürdü. Karne hediyesi olarak ona yeni bir takım elbise aldı. Yarı yıl tatilinde aile Murat’ın gelmesiyle ikinci bir sevinci yaşadı. Murat aile üyelerince büyük bir özlemle karşılandı. O da aile üyelerine getirmiş olduğu çeşitli hediyeleri vererek onların mutlu olmalarını sağladı. Kış mevsiminin en şiddetli günleri gelip çatmıştı. caddeler sokaklar karla kaplanmış insanlar sobaların başında kışın keyfini çıkarmaya başlamıştı. Kısacık yarıyıl tatilinin son günleri gelmişti. Murat yol hazırlıklarını tamamladı. Mustafa onu otobüs garajına kadar otomobil ile götürüp yolcu etti. İki kardeş birbirine sarılarak veda etti. Az sonra otobüs garajına Gülsüm’de geldi. İki sevgili oturup dertleşti birer çay içip kalkmakta olan otobüslerin yanına gitti. Zor bir ayrılık olmuştu. Saatlerce birbirlerine el sallayarak veda ettiler. Karların erimeye başladığı bir gün yarı yıl tatili bitti. Sokaklarda hala kardan kalan kar yığınları duruyordu. Damların saçaklarından sular sızıyordu. Nazlı can erkenden kalkmış annesinin kendisi için hazırlamış olduğu kahvaltı sofrasına oturmuş bir güzel kahvaltısını yapmış okulun yolunu tutmuştu. Okul her zaman olduğu gibi ana baba günüydü. Öğrenciler bahçede toplanmış zilin çalmasını bekliyorlardı. Murat içinde ayrılık acısı ile Erzurum’a vardı. Vakit kaybetmeden kalmakta olduğu yurdun yolunu tuttu. Yeni bir ders dönemi başlıyordu. Başarılı bir edebiyatçı olmak için çok çalışmalıydı. Bu arada şiire merak sarmış eline geçen şiir kitaplarını bir solukta okuyup bitiriyordu. Yarıyıl tatilinde bol bol ders çalışan Sadık okuyup iyi bir öğretmen olmak istiyordu. Kışın son günleri gelmiş havalar ısınmaya başlamıştı. Baharın müjdecisi cemreler bir bir düşmeye başlamış ağaçlar tomurcuğa durmuştu. Ekimde ekilen buğdaylar tarlalarda diz boyu olmuş esen rüzgarlarla bir o yana bir bu yana esen rüzgarın ritmine ayak uyduruyordu. Dağlardaki kar suları erimiş derelere karışmış dereler gürül gürül akıyordu. Mustafa hemen her gün fabrikaya gidiyor fabrikayı sevk ve idare ediyordu. Kısa zamanda iyi bir işletmeci olup çıkmıştı. Ara sıra babası gelip fabrikadaki odasında yapılan çalışmaları gözlemliyor kahvesini içip gidiyordu İşçiler canla başla çalışıp fabrikanın işlerini titizlikle yapıyorlardı. Nazlı can ile Sadığın arkadaşlığı gün geçtikçe ilerliyor birbirlerine iyice bağlanıyorlardı hemen her teneffüs de ya oyun oynuyor yada sohbet ediyorlardı. Aralarında güçlü bir sevgi bağı bir mıknatıs gibi onları birbirine çekiyordu. Bazen dersleri beraber yapmak için birbirlerinin evlerine gittikleri bile oluyordu. Sadık saygılı ve terbiyeli bir çocuk olduğu için Nazlı can ile olan arkadaşlığı Nazlı can’ın ailesi ve kendi ailesi için hiç yadırganmıyordu.

Murat yurdun penceresinden bakarken bir şiir karalamaya başladı.

 

 PARKLARDA
Sensizliğin Acısıyla Dolaşıyorum
Bin bir Düşünceyle Ben Parklarda
Aşkından Umutsuz Nasıl Yaşıyorum
Belki Teselli Diye Dolaşıyorum Parklarda

Oturduğum Sırada Sen Yoksun
Yıllardır Bekliyorum Gelmiyorsun
Belki Sevdiğimi De Bilmiyorsun
Anlatmak İçin Aşkımı Dolaşıyorum Parklarda

Ne Yeşillikler Ne İnsanları
Hep Kalbimde Sensizliğin Acıları
Hep Plaklarda Sensizliğin Şarkıları   
Bunları Dinlemek İçin Dolaşıyorum Parklarda

 Sadık ergenliğe ilk adımları atarken Nazlı can'a elinde olmadan iyice bağlandığını anlıyordu. Ve işin ilginç yanı bu yüreğindeki sevgi karşılıksız değildi. Nazlı can'da Sadığa karşı bol değildi. Baştan çocukça başlayan duygular ergenlikle birlikte aşka dönüşmüştü. Ergenliğin baş döndürücü havasına birde Nazlı can’ın aşkı eklenince Sadık için hayat bayağı zorlaşmıştı. Ama güçlü kişiliği her şeye rağmen onu ayakta tutuyor. Derslerinde başarısını etkilemiyordu. Teneffüslerde olan beraberlik yetmiyor derste bile birbirlerine kaçamak bakışlarla bakıyorlardı. Hele baharın insanın başını döndüren havası iki genç insanı aşkın rüzgarlarında adeta savuruyordu. İkisi birden ne olmadığını bilmedikleri adını koyamadıkları bir çekimin etkisindeydi. Zaman zaman birbirlerine nazlar kaprisler yaparak samimiyetlerini ilerletiyorlardı. İsmail ile eşi iyice yaşlanmış yıllar saçlarına kar misali yağmıştı. İsmail’in yüzünde çizgiler belirmiş yaşının verdiği olgunlukla sakal bırakmaya başlamıştı. O yıl haç mevsiminde eşiyle birlikte haç görevini yapmak için kutsal topraklara gitmişlerdi. Fabrikayı evi ve en önemlisi Nazlı can’ı Mustafa’ya emanet etmişlerdi. O kardeşine ve eve ve fabrikaya gözü gibi bakardı. Nazlı can zaten evde yemeği yapıyordu. Annesi her şeyi ona daha küçük yaşta öğretmişti. Zaman değirmeni çarklarını döndürüyor. Günler su gibi akıp gidiyordu. Badem ağaçları çiçeklerini açmış arılar çiçeklerden polen topluyordu. İsmail ile eşi iyice yaşlanmış yıllar saçlarına kar misali yağmıştı. İsmail’in yüzünde çizgiler belirmiş yaşının verdiği olgunlukla sakal bırakmaya başlamıştı. O yıl haç mevsiminde eşiyle birlikte haç görevini yapmak için kutsal topraklara gitmişlerdi. Fabrikayı evi ve en önemlisi Nazlı can’ı Mustafa’ya emanet etmişlerdi. O kardeşine ve eve ve fabrikaya gözü gibi bakardı. Nazlı can zaten evde yemeği yapıyordu. Annesi her şeyi ona daha küçük yaşta öğretmişti. Zaman değirmeni çarklarını döndürüyor. Günler su gibi akıp gidiyordu. Badem ağaçları çiçeklerini açmış arılar çiçeklerden polen topluyordu. Nihayet haç görevini tamamlayan İsmail ve eşi yanlarında bir sürü hediye ile birlikte kasabaya dönmüşlerdi. Konum komşu eş dost tanıdıklar kutlamak için evlerine gelmişler onlarda getirdikleri hediyeleri onlara armağan etmişlerdi. İsmail Mustafa’ya ve Nazlı can’a birer kol saati getirmişti. Yine annesi Nazlı can’a inciden bir kolye getirip hediye etmişti. Nihayet kasabanın bahçelerindeki kiraz ağaçlarındaki meyveler allı morlu belirmeye başlamış okulların tatil zamanı gelmişti. Sınıf öğretmeni karneleri dağıttı. Sadık ve Nazlı can sınıfı bütünlemeye kalmadan geçmişlerdi. Mustafa ikisine de birer bisiklet alarak ödüllendirmişti. Artık iki arkadaş bisikletlerine binerek boş arsalarda dolaşıyorlar yorulunca durup dinlenip sohbet ediyorlardı. Okulu tatile giren Murat’ın dönmesi ailenin mutluluğunu bir kat daha artırmıştı. İki kardeş fabrikadaki işlere el ele vererek kazançlarını artırmaya başlamışlardı. Kasaba ve civarlarında ekinler biçilmeye başlanmıştı. Bu yıl kasabaya döver biçer gelmiş çoğu aile ekinlerini döver biçere biçtirip ekinleri fabrikaya teslim etmişti. Fabrikanın silosu ağzına kadar ekin ile dolu olduğu için fabrika gece gündüz çalışıyordu. Bu arada fabrikaya yeni işçiler alınmıştı. Murat fabrika da arta kalan zamanda Gülsüm ile buluşup dertleşiyor iki yetişkin insan okuldan sonra evliliğe dair planlar yapıyordu. Mustafa daha çok kendine işe vermiş gece gündüz fabrika ile ilgileniyor bazen fabrikada bile yattığı oluyordu. Ara sıra çocukluk aşkı Saliha aklına geliyor solgun benzi ile gözünün önünde bir hayal beliriyordu. Saliha ‘yı unutması mümkün değildi. Saliha’dan sonra dünyasına başka bir kadın almamış başka birini sevmemişti. Anne ve babasına eş dost kızlar öneriyor annesi çevredeki beğendiği kızları ona gösterip beğenip beğenmediğini soruyor fakat o hiç birini kabul etmiyor. Bir türlü evliliğe ikna olmuyordu. Zaman zaman annesi bak oğlum bizim bir ayağımız çukurda senin mürüvvetini görmek istiyoruz ölürsek senin mürüvvetini görelim de öyle ölelim gözümüz arkada kalmasın dese de Mustafa bir türlü ikna olmuyordu. Babada oğlum gel sana kız mı yok çevremizden bir kız bulalım evlen dese de Mustafa kabul etmiyordu. Saliha’nın acısı yüreğinde paslı bir hançer gibi saplanmış duruyor acısını unutmak için kendine işe ve kardeşi Nazlı can’a vermişti. Nazlı can’ın mutlu olması için her şeyi yapıyor onun her dediğini yerine getirmeye çalışıyordu. Bir Pazar günü Nazlı can değirmeni çok özledim deyince hazırlan dedi seni değirmene götüreyim. Nazlı can hemen hazırlandı. Otomobile atlayan iki kardeş bir çırpıda değirmene ulaştı. Değirmen bakımsızlıktan bir harabe olmuştu. Değirmenin taşları yerlerinden çıkmış çalılıklar ve otlarla kaplanmıştı. Bahçede yaban otlara bürünmüş ormana karışmıştı. Mustafa içini çekerek galiba biz burayı çok ihmal etmişiz dedi. Nazlı can yarısı solmuş bir gülü dalından koparmadan okşadı annemin ne emekleri vardı bu güllerde diye içini çekti. Asmalarda cılız üzüm korukları kül rengini almıştı. Nazlı can dere boyunca yürümeye başladı. Sadık aklına geldi koyun sürüsü yeni doğmuş kuzular gözlerinin nünden geçti. İçinde anlamını bilmediği bir ürperti belirdi. Ne zaman aklına Sadık düşse bir hoş olup yüzü kızarırdı. Dere her zaman ki gibi akıp gidiyordu. Fakat suyu azalmaya başlamıştı. Mustafa gidelim mi dedi fabrikada işlerim var. Nazlı can arabaya doğru yürümeye başladı. Sadık kasabanın sokaklarında amaçsızca dolaşıyordu. Kasabanın buralarını daha önce gelmemişti. Kiraz ağaçları dallarında al kirazlarla bir gelin gibi süslenmişti. Beyaz badanalı kasabanın evleri ardında kalmış eli cebinde dolaşıyordu. Birden karşı yamaçlardan yola doğru inmekte olan koyun sürüsünü ve ince ezgili çoban kavalının sesini duydu. Sadık yeni doğmuş yünleri beyaz pamuk gibi bir kuzuyu bacaklarından yakalayıp kucağına aldı. Okşayıp sevmeye başladı. Az sonra ilerden bir otomobil belirdi. Nazlı can koyun sürüsünü görünce abi ne olur dur şu kuzuları biraz seveyim dedi. Mustafa yolun kenarında otomobili durdurdu. Koyunların yanına doğru yürürken kuzuyu sevmekte olan Sadığı gördü. Sadık beklenmedik bu karşılaşmadan çok şaşırmıştı. Nazlı can her zaman ki sevecenliği ile hemen sadığın yanına çöktü. Sen ne arıyorsun buralarda dedi. Sadık hiç canım sıkıldı gezmeye çıktım dedi. Nazlı can sıkı can iyidir hemen çıkmaz diye takıldı. Mustafa bir sigara yakıp arabanın kaportasına yaslandı. İki arkadaş kuzuları doyasıya sevdiler. Az sonra yanlarına gelen çoban ufak tefek çelimsiz bir çocuktu. Kaval çalmayı bırakmış arabanın yanına gelmişti. Mustafa çabana bir sigara ikram etti ikisi birlikte arabanın kaportasına dayanarak sigaraların dumanın üflediler. Nazlı can yorulmuşsundur gel bizimle artık dönelim dedi Sadık hiç itiraz etmeden otomobile doğru yürüdü. Çobana teşekkür edip otomobile binip yola koyuldular. Önce sadığı eve bırakıp sonra kendi evlerine geçtiler. Takvim yaprakları gün gün eksilirken yaz mevsimi ortalarına gelmiş kiraz ağaçlarındaki kirazlar kurumaya başlamıştı. Nazlı can bisikletine binip kasabanın trafikten uzak yerlerinde gezintiye çıkıyordu. Başlarda pek alışamamıştı. Hatta birkaç kez düşmesine rağmen zamanla usta bir binici olup çıkmıştı. Sadıkta zaman zaman bisiklete binip evlerinin civarıda dolaşıyordu. Günler geçiyor tatilin bitmesi yakınlaşıyordu. Murat fabrikada Mustafa’ya yardım ediyor arta kalan zamanda da derslerine çalışıyordu. Köylüler traktörlerin kasalarına yükledikleri buğdayları fabrikanın silosuna boşaltıp makbuz alıyorlar. İhtiyaçları olunca da makbuz karşılığı unlarını alıyorlardı. Yörede fabrika sahiplerine güven sonsuzdu. Hatta bazı köylüler sattıkları hayvanların paralarını bankaya yatırmaktan ziyade onlara bırakıyorlar. Onlarda deftere kaydedip fabrikanın kasasına koyuyorlardı. Sıcak havalar serin rüzgarlı havalara yerine bırakırken ağaçlar yapraklarını dökmeye başlamıştı. Eylül yaz mevsiminden görevi devralıyordu. Tatil bitmiş artık okullar açılacaktı. Murat eşyalarına bir valize koyup anne ve babasıyla helalleşip yola çıkacaktı. Aile onu otobüs terminaline kadar otomobil ile yolcu etti o da anne ve babasının elini öptü kardeşleriyle sarılıp vedalaştıktan sonra otobüse bindi. Otobüs ağır ağır kasabanın yollarında kayboldu. Aile otomobile binip evlerine döndü.  

 Okul yolu yine okulun açıldığı günlerde olduğu gibi çok kalabalıktı. Öğrenciler sıra sıra okulun yolunu tutmuştu. Nazlı can da hazırlanıp okula gitmeye koyuldu. Tam okula varırken yolda Sadık ile karşılaştı. İki arkadaş sohbet ede ede okula vardılar. Daha okulun bahçesine varmadan zilin sesi duyuldu. Ve sırada yerlerini alıp beklemeye başladılar. Konuşmalardan ve istiklal marşının okunmasından sora sınıfa girdiler.   Sadık Nazlı can’ düşünmeden edemiyordu. Okulda görüşmeleri konuşmaları yetmiyor heran hep yanında olsun istiyordu. Hele akşamları okuldan eve hiç gelmek istemiyor. Sabahları okula uçar gibi gidiyordu. Gün be gün Nazlı can’a daha fazla tutuluyor. Ondan ayrı bir dünya hayal bile edemiyordu. Nazlı can da aynı duygularla yanıp tutuşuyor duygularını saklamak için olağan üstü gayret sarf ediyordu. Zaman akıp gidiyor iki arkadaş birbirlerine daha fazla bağlanıyor fakat aralarındaki duyguların adını koyup birbirlerine söyleyemiyorlardı. Bu durum ister istemez okuldaki durumlarını hatta derslerini etkiliyordu. Sırf bu yüzden sadık ilk kez dersin birinden kırık not almıştı. Nazlı can’ın notlarında da belli bir düşüş gözleniyordu. Ağaçlar yapraklarını iyice dökmüş rüzgarlar alabildiğince esiyordu. Dağların doruklarında beyaz renkli kar kümeleri kışın habercisi gibi kendini belli ediyordu. Evlerde sobalar gürül gürül yanıyor. Sobaların üstünde kestane pişiriliyordu.   Öğretmenlerin ikazları ile ikisi de kendilerini toplayıp yarıyıl tatilinde karnelerinde zayıf getirmediler. Kış doğuda çok şiddetli geçtiği için bu kısa tatilde murat kasabaya gelemeyeceğini bildirdi. Bu duruma aile üzülse de elden gelen bir şey yoktu. Bir sabah uyandıklarında pencereyi açan Nazlı can karlarla kaplanmış bahçeyi gördü. Sevinçten ne yapacağını bilemedi. Hemen kışlık giysilerini giyip bahçeye koştu. Topladığı karlarla hemen bir kardan adam yaptı. Annesi de ona katılıp mutfaktan havuç ve eski elbiseler getirdi kardan adamı bir güzel giydirdiler. Bahçedeki şenliğe İsmail ve Mustafa da katılmıştı. Ailecek birbirlerine yaptıkları kar toplarını atıp eğlendiler. Güle oynaya evin içine girip sobanın başında ısınmaya başladılar. Kar birkaç gün hiç eksilmeden yağdı. Kar yığınlarının üstü yeni kar yığınları oluşturdu. Ağaçların dallarının bazıları dayanamayıp kırıldılar. Evlerin bacalarından koyu dumanlar yükseldi.  Günler sonra güneş bulutların arasından yüzünü gösterdi. Karlar erimeye başladı. Havada belli bir ısınma oluştu. Sokaklarda eriyen karların oluşturduğu su birikintileri vardı. Bahçedeki kardan adamın yarısı ermiş havuç düşmüş ceketin kolu boşta kalmıştı. Kısacık yarıyıl tatili bitmiş okullar yeniden açılmıştı.  Günler sonra güneş bulutların arasından yüzünü gösterdi. Karlar erimeye başladı. Havada belli bir ısınma oluştu. Sokaklarda eriyen karların oluşturduğu su birikintileri vardı. Bahçedeki kardan adamın yarısı ermiş havuç düşmüş ceketin kolu boşta kalmıştı. Kısacık yarıyıl tatili bitmiş okullar yeniden açılmıştı. Kasabanın sokaklarındaki kar erimiş fakat dağların doruklarındaki kar kümeleri hala duruyordu. Hala sobaların dumanları bacalardan alabildiğince yükseliyordu. Tatil boyunca derslerine iyi çalışan Sadık okumaktan başka çaresi olmadığını anlamış okumak için büyük bir gayret sarf ediyordu. Sadığın bu gayreti öğretmenlerin de dikkatini çekmişti. Ama zaman zaman da Nazlı can’ı düşünmeden edemiyordu. Nazlı can da tatil boyunca derslerine çalışmış okula hazır olarak gelmişti.  Mustafa fabrikadaki işleri yoluna koymuş hesap kitap işlerini takip etmek için fabrikaya muhasebeden anlayan bir genci alarak fabrikaya muhasebe birimi kurmuştu. İsmail fabrikaya gelip gidip kahvesini içiyor. İşleri kontrol ediyordu. Fabrikada ki işçiler var güçleriyle çalışıp kazandıkları parayı helal ettirmeye uğraşıyorlardı. Bahçedeki erik ağacı ak çiçeklerini açarak baharın geldiğini adeta müjdeliyordu. Okulun yakınlarında bulunan parkta öğle tatillerinde öğrenciler toplanır kendi aralarında dolaşır vakit geçirirlerdi. Bazen Sadık ve Nazlı can da parkta bir banka oturur sohbet eder bir şeyler içerlerdi…

Baharın insanı bir hoş eden havası başlarını döndüren iki insan farkında olmadan birbirlerine iyice bağlanıyordu. Farkında olmadan hep bir araya geliyorlar. Hep birlikte olma ihtiyacı duyuyorlardı. Aralarında adını koyamadıkları dile getiremedikleri bir bağ vardı. Bazen birbirlerini kıskanıyorlardı bile. Aynı şeyleri seviyorlar. Aynı şarkıları dinliyorlardı. İkisi de kitap okumayı çok seviyor buldukları hemen her kitabı okuyorlardı. Nazlı can en son Çalı kuşu adlı romanı okumuş kendisini romandaki Feride’ye benzetmiş Sadığı da Kamuran’ın yerine koymuştu. Bundan Sadığa bahsederken ikisinin yüzleri kızarmış biraz utanmışlardı. Günler gelip geçmiş yazın bunaltıcı sıcak günleri gelmiş ağaçlar meyveye durmuştu. Yaz tatili yaklaşmış. Öğrenciler karne alacakları günü heyecan ile beklemeye başlamıştı. Bu arada Sadık iki gün okula gelmeyince Nazlı can onu evinde ziyarete gitmişti. Sadık hasta olmuş yorgan döşek yatıyordu. Nazlı can onu bu halde görünce çok üzülmüş ve endişeye kapılmıştı. Fakat bu hastalığı kısa sürede atlatan Sadık tekrar okula gelmeye başlamıştı. Bir teneffüs arasında Nazlı can Sadığa iyi ki iyi oldun seni çok merak ettim sana bir şey olsaydı ben sensiz nasıl yaşardım seni çok seviyorum dedi. Bu sözleri o kadar irade dışı söylemişti ki farkında bile değildi. Sadık da Nazlı can’a teşekkür edip sana da bir şey olsa bende yaşayamam bende seni çok seviyorum deyivermişti. Böylece ikisi de aralarındaki sevgiyi birbirlerine itiraf etmişti. Aralarındaki bağın sevgi hatta aşk olduğunu ikisi de kabul etmişti. Okulun kapanacağı gün gelip çatmış sınıf öğretmeni herkesin karnesini eliyle vermişti. Sınıfı geçen öğrenciler sevinmiş bütünlemeye kalan öğrenciler üzülmüştü. Sadık ve Nazlı can sınıfı geçmişlerdi. Sevine sevine evlerine doğru koşar adım gittiler.  Karneleri gören aileler çok mutlu oldu ve onları hediyelere boğdular. Nazlı can’ın sevincine bir sevinç daha eklendi. Yarıyıl tatilinde gelmeyen Murat tatilin ertesi günü eve geldi. O da sınıfı geçmişti. Ailenin sevinci bir kat daha arttı. Mustafa’nın yükü artık biraz hafifleyecekti. Bir Pazar günü fabrikadaki işleri Murat’a bırakan Mustafa anne ve babasını birde Nazlı can’ı alarak büyük şehre götürdü. Nazlı can birkaç kez geldiği büyük şehre hayran kalmıştı. İyice gezdiler Nazlı can ve Mustafa kendilerine çeşit çeşit elbise aldılar. Anne ve babaları çok mutluydu. Akşam otomobile binip tekrar kasabaya döndüler. Yol boyunca Nazlı can Sadık ile birlikte bu şehirde yaşamayı hayal etti. En büyük arzusu Sadık ile bu büyük şehrin kalabalık sokaklarında el ele yürümekti. Sadığa artık bisiklet küçük gelmeye başlamış babası da taksitle ona bir motorlu bisiklet alarak karne hediyesi vermişti. O da motor bisiklete binerek kasabanın tenha yollarında geziyordu. Bir gün motor bisikleti değirmen yoluna doğru sürdü. Değirmenin yanına varınca bir kenara park edip dere boyunca dolaşmaya başladı. Her yerde Nazlı can vardı. Onun hayali hep karşısındaydı. O şımarık ve içten haliyle pamuk gibi bir kuzuyu seviyordu.  Böyle ne kadar dere boyunda dolaştı bilinmez kendine geldi. Ger dönüp motor bisiklete binip kasabanın yolunu tuttu. Aile evlerinin balkonuna yaz aylarında bir masa birkaç sandalye atmıştı. Bazı akşamlar akşam yemeğini evin balkonunda yiyorlardı. O akşamda öyle olmuştu. Nazlı can yemekten sonra balkonda elindeki kitabı okumaya başladı. Anne ve babası çoktan içeri geçmiş namazlarını kılmışlardı. Kitap okumaktan yorulan Nazlı can kitap okumayı bırakıp gökteki yıldızları seyretmeye başladı. O anda göklerden bir yıldız kayıverdi. Hemen içinden Sadık diye bir dilek tuttu. O büyüklerinden duymuştu. Yıldız kayarken tutulan dilekler kabul olur diye. Canı sıkılan sadık yine motor bisiklete binip kasabanın dışına doğru sürdü. Motoru park edip bir ağaç dibinde oturup gökteki yıldızları seyretmeye başladı. Tam o sırada gökteki bir yıldız yer yüzüne doğru kaymaya başlayınca içinden Nazlı can diye bir dilek tuttu. Yaz mevsimi bütün sıcaklığı ile yaşanırken tarlalardaki ekinleri döver biçerler biçip ekinler traktör kasalarında un fabrikasının yolunu tutuyordu. Silo dolmuş yanına yeni bir silo daha yapılıp yeni gelen ekinler orada depo yapılmıştı. Mustafa yılmadan yorulmadan her işe koşturuyor fabrikayı çok güzel idare ediyordu. Bazen aklına Saliha geliyor o solgun benziyle Mustafa’ya bakıyordu.   Mustafa işleri Murat’a bıraktığı bir gün otomobile atlayıp değirmenin yolunu tuttu. Değirmene varınca otomobili bir kenara park edip dere boyunca gezinmeye başladı. Değirmenin taşları hala yerinde duruyordu. Daha ileride çağlayanın sesi buralara kadar geliyordu.  Çağlayana doğru yürümeye başladı. Tam çağlayanın olduğu yere gelince çağlayanın oradan bir ışık huzmesi oluştu. Işık huzmesi içinde Saliha ona elini uzatmış gel işareti yapıyordu. Bir anda zaman mefhumu kayboldu. Mustafa kendini cenneti andıran bir bahçe içinde Saliha’nın yanında buldu. Saliha beyaz elbisesi içinde bir melek gibiydi. Etrafta çeşit çeşit renk renk kuşlar uçuyor bahçedeki güller bahçeyi mistik bir koku yayıyordu. Bahçede meyve ağaçlarında meyveler dalları kırarcasına yüklüydü. Bir anda her şey kayboldu. Mustafa kendini çağlayanın başında buldu. Tatlı bir hayal görmüştü. Daha fazla orada kalamadı. Otomobile binip kasabanın yolunu tuttu. Tatiller öğrenciler için çabuk geçer ağaç dallarında yapraklar sararıp solmaya rüzgarlar acı acı esmeye başladı. Eylül ayı gelip çatmıştı. Ailecek Murat’ı Erzurum’a yolcu ettiler. Nazlı can okulun açılmasına en çok Sadığı daha fazla göreceği için sevinmişti. Çünkü tatil boyunca onu çok özlemişti. Okulun ilk günü okul bahçesinde karşılaşınca ikisinin de gözlerindeki sevinç görülmeye değerdi. Bazen konuşmaya hacet kalmaz bir içten bakış binlerce kelimenin anlatmak istediği şeyleri anlatır.  Okul açılmış bir yandan dersler sınavlar birbirini kovalamaya başlamıştı. Rüzgar acı acı eserken önüne kattığı yaprakları adeta kovalıyordu. Evlerde sobalar gürül gürül yanıyor. Evlerin bacalarından çıkan isli dumanlar göklere yükseliyordu. Fabrika iki vardiya çalışıyordu. Yeni işçiler alınmış hepsinin sigortası yatıyor maaşlarını tıkır tıkır alıyorlardı. Mustafa fabrikayı ustaca yönetiyor. Tam bir iş adamı gibi hareket ediyordu. İsmail oğlunun bu halinden oldukça memnundu. Civardaki fırınlar unlarını sadece bu fabrikadan alıyorlar. İşler tıkır tıkır işleyip gidiyordu. Ailenin tek sıkıntısı çocuklarının mürüvvetlerini görememeleriydi. Bazen karı koca bir evlense de onun mürüvvetini görsek diye kendi aralarında konuşuyorlardı. Murat okuyordu. Mustafa evlenmeye yanaşmıyordu. Yağmurlar yağmaya başlamış dağların doruklarında kar kümeleri görülüyordu. Nazlı can okuldan geliyor günlük derslerini çalıştıktan sonra mutfak işlerinde annesine yardım ediyordu. O da annesi kadar usta olmuştu mutfak işlerinde. Mustafa kendini tamamen fabrikada ki işlere vermiş geç vakte kadar fabrikada kalıyor. Bazen tüm gece eve gelmiyordu. Yaşadığı acıları Saliha’yı bu şekilde unutmaya çalışıyordu. Bir sabah evin perdelerini açan anne sokakların karla kaplı olduğunu gördü. Hemen ev halkını uyandırıp karın yağmasını müjdeledi. Kışlık giysilerini giyen Nazlı can okulun yolunu tuttu. Kar gerçekten yolları kapatmıştı. Kasabada bile otuz santim kar kalınlığı vardı. Kar beyaz rengiyle yapraklarını dökmüş ağaçları bir gelin gibi süslemiş ağaçlar sanki bir karpostalı andırıyordu. Sadık annesinin kendisi için örmüş olduğu atkıyı boynuna sarmış o şekilde okulun yolunu tutmuştu. Teneffüslerde öğrenciler sobanın başından ayrılmaz olmuştu.  Karlı bir kış günü İsmail hastalandı hemen hastaneye götürdüler. Doktorlar hastaneye yatması gerektiğini söylediler. Hemen yatış işlemlerini yapıp onu hastaneye yatırdılar. İsmail oldukça yaşlanmış iyice halsiz düşmüştü. Oğlu Mustafa’ya

--oğlum ben çok yaşamam annen ve kız kardeşin sana emanet onlara iyi bak ölürsem de beni sıra servilerin yanına gömersin diye vasiyet etti. Mustafa yok baba sen daha çok yaşayacaksın diyecek oldu. Ama bunu söyleyemeden babasını bir öksürük nöbeti tuttu. Öksürük nöbeti bir türlü kesilmiyordu. Mustafa hemen doktoru çağırdı. Doktor nabzını kontrol ederken İsmail’in öksürük nöbeti sona ermiş kesik kesik nefes alıyordu. Bir anda nefesi seyrekleşmeye başladı. Doktor

--hemşire hemşire

 diye seslendi. Mustafa olanlardan şaşkındı. Az sonra İsmail’in nefesi iyice kesildi. Huzur içinde göz kapakları yumuldu. Doktor Mustafa’ya

--Başınız sağ olsun dedi.

Mustafa şaşkın ve üzgün ne yapacağını bilmeden bekliyordu. Nihayet aklını başına alıp Murat’a haber verdi. Hastane de cenaze yıkanıp temizlendikten sonra hastanenin morguna konuldu. Acı haberi alan Murat hemen otobüse binip yola çıktı. Kasabada İsmail’in öldüğünü duyan herkes çok üzülmüştü. Kimseye bir kötülüğü dokunmayan tanıdık tanımadık herkese iyilik yapan kapısından kimseyi boş çevirmeyen İsmail ölmüştü. Cenazesi çok kalabalık olmuştu. Mezarda Mustafa ve Murat’a herkes başsağlığı diledi. Ailede herkes çok üzülmüştü. Kasabanın kadınları başsağlığı için her akşam evlerine geliyorlardı. Aysel kadın bunca yıllık aynı yastığa baş koyduğu eşini kaybetmişti. Üzüntüsünü belli etmemeye metin olmaya çalışıyordu. Nazlı can elinden geldiğince yardımcı oluyordu. oda çok üzülmüştü. Nihayet sınavları başlayacak olan Murat otobüse binip okuluna gitti. Mustafa onu yolcu etti. Nazlı can birkaç gün izin almıştı. Nihayet o da okuluna gitti. Öğretmenleri ve okul arkadaşları ona başsağlığı diledi.  Teneffüs arasında yanına gelen sadığı gören Nazlı can kendini tutamadı ona sarılıp uzun süre ağladı. Sadık da çok üzgündü. Acı tatlı günler gelip geçiyor yaralar kabuk bağlıyordu. Yıl sonu gelmiş Nazlı can artık ortaokulu bitirmişti. Sıcak yaz günlerinin birinde Aysel kadın kocasının ölümünden sonra kendini bir türlü toparlayamadı. Hiçbir şey onu teselli etmiyordu. Gün geldi hastalanıp yatağa düştü. Nazlı can ona çok iyi bakıyordu. Mustafa’da bir dediğini iki etmiyordu. Ama bir türlü iyileşemedi. Kocasının yokluğuna daha fazla dayanamadı. O da sıcak bir yaz günü vefat etti. Aile yine yaslara büründü.    Bir yıl içinde art arda  iki aile büyüğünü kaybeden aile derin bir acıya bürünmüştü. Özellikle Nazlı can üzüntüsü tarifsizdi. Annesinin bütün sorumluluğu ve yükü ona kalmıştı. Murat okulda olduğu için fabrikanın sorumluluğu Mustafa’ya kalmıştı. Mustafa hem fabrikayı hem de evin tek erkeği olarak evi elinden geldiğince idare etmeye çalışıyordu. Her şeye rağmen aile iyice birbirine kenetlenmişti. Nazlı can o yıl lise eğitimine başlayacaktı. Sadık ortaokulu bitirmiş o da kasabanın tek lisesi olan lisede okula başlayacaktı. Acı tatlı günler yaşanıp günler gelip geçiyordu. Ölenler ölüyor hayat devam ediyordu. Mustafa Saliha’nın acısının üzerine anne ve babasını da kaybetmiş acısına yeni acılar eklenmişti. Nazlı can ile birlikte hayata tutunmaya çalışıyorlardı. Bu arada nazlı can kasabadaki liseye kaydolmuş artık orada okuyacaktı. Murat annesinin cenazesine katılmış tatilde Mustafa’ya yardım etmiş o da okullar açılır açılmaz okuluna gidecekti. Fabrikanın ve evin bütün yükü Mustafa’ya kalacaktı.      

Eylülün rüzgarı yaprakları önüne katıp kovaladığı günlerden bir gün okullar açıldı. Nazlı can bir başına hazırlanıp kahvaltısını yapıp okulun yolunu tuttu. Okul yolunda Sadık ile karşılaşınca acılarının bir nebze olsun azaldığını hissetti. Sadık onu teselli ederek her zaman onun yanında olduğunu söyledi. Nazlı can’ın teselliye o kadar ihtiyacı vardı ki Sadık ona ilaç gibi gelmişti. Okulda aynı sınıfta değildiler. Ancak teneffüslerde bir araya gelip konuşma imkanı bulabiliyorlardı. Mustafa bütün dertlerini sıkıntılarını kardeşi Nazlı can ile unutuyordu. İki kardeş birbirlerine daha bir kaynaşmış aralarındaki bağlar daha güçlenmişti. Zaman zaman Saliha’yı düşünüyor annesini babasını düşünüyor. Dünyadaki tüm sevdiklerini yüce Allah birer birer elinden almıştı. Dünyada bir Nazlı can bir de Kardeşi Murat vardı. Murat uzaklarda okuyordu. Nazlı can evlerinde yanında idi. Ya ona da bir şey olursa o zaman ne yapardı. Hayatta tek tutunacak dalı biricik kardeşi Nazlı can’dı. Onun için o ne derse yapmaya bir dediğini iki etmemeye çalışıyordu. Dünyada kalan tüm sevgisi Nazlıcan’a aitti

   . Zaman zaman Saliha’yı düşünüyor annesini babasını düşünüyor. Dünyadaki tüm sevdiklerini yüce Allah birer birer elinden almıştı. Dünyada bir Nazlı can bir de Kardeşi Murat vardı. Murat uzaklarda okuyordu. Nazlı can evlerinde yanında idi. Ya ona da bir şey olursa o zaman ne yapardı. Hayatta tek tutunacak dalı biricik kardeşi Nazlı can’dı. Onun için o ne derse yapmaya bir dediğini iki etmemeye çalışıyordu. Dünyada kalan tüm sevgisi Nazlı can’a. Aitti. O da ağabeyine hususi bir sevgi besliyor. Onu hayatta tek dayanağı olarak görüyordu. Ama yüreğinin büyük bölümü başka bir sevgiyi taşıyordu. Gençlik ateşi yüreğini baştan başa sarmış adeta onu esir etmişti. Sadığı göremediği zamanlarda çaresizlikten ne yapacağını bilmiyor, onu görmek için adeta fırsatlar yaratıyordu. Mustafa zamanının büyük bölümünü fabrikada geçiriyor eve sadece yemek ve yatmak için geliyordu. Sadık ve Nazlı can sık sık bir araya gelip geleceğe dair hayatlarından konuşuyorlardı. Bu durum arkadaşlarının dikkatini çekmiş, hatta çevrede dedikodular başlamıştı. Bu dedikodular Mustafa’nın kulağına kadar gitmiş o da kardeşini usulünce uyarmıştı. Nazlı can biz sadece arkadaşız diyerek olayı geçiştirmeye çalışsa da Mustafa pek inanmamıştı. Artık eve daha sık gelip gider olmuştu. Nazlı can’ı boş bırakmıyordu. Nazlı can okulun dışında evden pek çıkamıyordu. Saliha’nın acısı yüreğine taş gibi oturmuşken hayatta tek teselli kaynağı Nazlı can olmuştu onu da kaybederse Mustafa ne yapardı. Onu kaybetmek korkusunu hayal bile edemiyordu. Nazlı can bir yanda canından çok sevdiği ağabeyi öbür yanda tek aşkı sadık iki sevgi arasında kalmış çaresizlikten ne yapacağını bilemiyordu. Hayat değirmeni her şeye rağmen zamanı öğütüyor günler haftaları haftalar ayları kovalıyordu. Havalar ısınmış baharın son günleri gelmişti. Acısıyla tatlısıyla bir yıl daha geçmiş okulların tatile girme zamanı gelmişti. Biraz burukta olsa Nazlı can karnesini almış evin yolunu tutmuştu. İlk kez karnesini anne ve babası görmeyecekti. Sıkıcı yaz günleri Nazlı can için adeta bir eziyet olmuş bir yanda anne babasını kaybetmiş diğer yanda Sadığı göremez olmuş, adeta eve hapsolmuş çaresiz bir şekilde ne yapacağını bilmemekteydi. Mustafa fabrikadan eve evden fabrikaya adeta mekik dokuyordu. Nazlı can yalnızlıktan bunaldığı bir gün parkın yolunu tuttu. Parkta her zaman Sadık ile birlikte oturduğu banka oturup dalıp gitti. Böyle ne kadar bankta oturdu bilinmez birden karşıdan Sadığın kendisine doğru geldiğini gördü. Sevinçten ne yapacağını bilemedi. Sadık yanına gelince hasretle birbirlerine sarıldılar ikisi de birbirlerini çok özlemişlerdi. Koyu bir sohbete daldılar değirmenden kuzulardan dereden bahsetmeye başladılar ikisi de geçmişte yaşanan o güzel günlerin özlemi ile yanıp tutuşmakta idi. Sadık var mısın değirmene gidelim dedi. Nazlı can bilmem nasıl olur demeye kalmadan sadık motor bisiklet ile gideriz dedi. Nazlı can itiraz edecek durumda değildi. Zaten motor parkın yanındaki yolda park etmiş duruyordu. Önde Sadık arkasında Nazlı can değirmenin yolunu tuttular. Değirmene varınca motor bisikleti bir kenara bırakarak dere boyunca gezmeye başladılar. Uzun zamandır gelip görmedikleri dere çoğu yerde ağaçları sökmüş toprağı alıp götürmüştü. Değirmenin taşlarını kırıntılar kaplamış değirmenin damı yer yer yıkılmaya yüz tutmuştu. Nazlı can içini çekerek üzüntüye boğuldu. Neredeyse ağlayacak gibi oldu. Annesi babası hatta dedesi aklına geldi. Bütün hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti.  Mustafa eve gelince Nazlı canın evde olmadığını gördü. Telaş ve panikten ne yapacağını bilmeden dışarıya çıktı. Komşulara sordu. Kimse Nazlı canın nereye gittiğini bilmiyordu. Arabaya binip çarşıya doğru sürdü. Nazlı can ortada yoktu. İki sevgili dere boyunca el ele dolaşmaya başladılar. Yeşil yapraklı ulu çınar ağaçları göklere kadar yükseliyordu. İki sevgili el ele dere boyunda bir masal dünyasında yaşıyorlardı. Bu mistik hava içinde zamanın nasıl geçtiğini anlamadılar. Çocuklukları koyunlar kuzular eski anılar içinde zaman bir su gibi akıp geçti. Neredeyse akşam olmak üzereydi. Hemen motorbisiklete binip kasabanın yolunu tuttular. Nazlıcan eve gelince ağabeyinin evde kendisini beklediğini gördü. Ağabeyi çok sinirlenmişti. Sinirden eli ayağı titriyordu. Nazlıcan ağabeyini hiç böyle görmemişti. Neredesin sen kardeşim dedi sormadık kimse kalmadı bakmadık yer bırakmadım dedi. Nazlıcan yalan söylemedi. Sadık ile birlikte değirmene gittik dedi. Mustafa artık sen yetişkin bir insansın genç kız oldun dedikodu olur laf olur başımız belaya girer öyle başına buyruk hareket edemezsin dedi. O günden sonra Nazlıcan evden çıkamaz oldu. Aradan günler aylar geçti. Murat tatil için kasabaya geldi. O günden sonra bir daha Nazlıcan’ı görmeyen Sadık hasretle tutuşup kavruluyordu. Bu hasrete daha fazla dayanamayıp evde kimsenin olmadığı bir zamanda Nazlıcan’ın evinin kapısını çaldı. Kapıyı açan Nazlıcan karşısında Sadığı görünce neredeyse şaşkınlıktan düşüp bayılacaktı. Hemen onu eve aldı. İki sevgili birbirlerine hasret ile sarıldılar. Artık bu bu böyle olmayacak deyip birlikte kaçmaya karar verdiler. Nazlıcan çabucak hazırlandı. Sadık zaten hazırdı. Motor bisiklete binip değirmene doğru yola çıktılar. Oradan tren istasyonuna varıp trene binip gideceklerdi. Eve gelen Mustafa ile Murat kardeşlerinin olmadığını görünce şaşkınlık ve telaşa kapıldılar. Mustafa nereye gider bu kız diyerek onu aramaya başladı. Konum komşuya sordu. Komşulardan biri bir delikanlı ile birlikte motorbisiklete binip gittiler dedi. Mustafa ile Murat arabaya binip değirmenin yolunu tuttu. Mustafa çok sinirliydi. Arabayı Murat sürüyordu. Yol boyunca Murat kardeşini sakinleştirmeye çalışıyordu. Araba sesini duyan Sadık ve Nazlıcan hızlı adımlarla dere boyunca koşmaya başladılar. Arabayı değirmenin yanına bırakan Mustafa ile Murat da peşlerinden koşuyorlardı. İki sevgili yara kadar koştular karşılarında dik bir uçurum uçurumun sonunda dipsiz bir su birikintisi arkalarında Nazlıcan’ın iki kardeşi Mustafa tabancasını çekmiş onlara durmalarını söylüyordu. Murat şaşkın iki kardeşin arasında kalmıştı. Nazlıcan ve sadık el ele tutuşmuş yarın başındaydılar. Bu arada Mustafa karşısında beyaz gelinlik içinde Saliha’nın hayalini gördü. Saliha elleriyle ona yapma Mustafa diye yalvarıyordu.            

 

 
 
 
Bugün 155089 ziyaretçikişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol