© 2013 Powered by Bayram All rights reserved. Tüm Hakları Saklıdır © 2012-2013 | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. bayramca - masallarım
   
 
  masallarım
SİHİRLİ TAVUK
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman
içinde pireler berber iken eski hamam içinde kaf dağı ormanında yoksul bir
oduncu yaşarmış. Bu oduncu ormanın kenarında küçük bir kulübe içinde eşi bir
kızı bir oğlu ile kıt kanat geçinip gidermiş. Ormanda kestiği odunları eşeğine
yükler şehirde satar bu şekilde geçinip giderlermiş. Günlerden bir gün yine
odun kesmek için ormanın yolunu tutmuş. Azık torbasında kuru bir ekmekle bir
desti sudan başka yiyecek içeceği yokmuş. Ormanın içinde giderken bir dere
kenarına gelmiş. Dere kenarında çok ihtiyar bir adam görmüş. Adam ona
seslenmiş.
--A oğul çok açım bir dilim kuru ekmek verir misin demiş
bunun üzerine oduncu hiç düşünmeden hemen ekmek çıkınını açıp ihtiyara uzatmış.
İhtiyar ekmeği alıp yemiş oduncunun testisindeki sudan içmiş tam gideceği vakit
oduncu seslenmiş.
--Dur hele ihtiyar bin eşeğime seni evine götüreyim
demiş. İhtiyar çok yorgunmuş bu teklifi geri çevirmemiş. Oduncuya dualar ederek
eşeğe binmiş. Oduncunun elinde eşeğin yuları az gitmişler uz gitmişler dere
tepe düz gitmişler altı ay gece altı ay gündüz gitmişler ihtiyarın kulübesine
varmışlar. İhtiyar kulübeye varınca eşekten inmiş yine dualar ederek oduncuya --Sana çok borçlandım sana borcumu ödemek istiyorum
demiş. Sana verecek bir tavuktan başka bir şeyim yok şayet kabul edersen sana
bu tavuğu vermek isterim demiş. Oduncu ihtiyara teşekkür etmiş bu hediyeyi
kabul etmek istememiş. İhtiyar ısrar etmiş yalvarmış yakarmış ve tavuğu
oduncuya vermiş. Oduncu ihtiyarın elini öpüp hayır duasını aldıktan sonra tavuğu
heybesinin gözüne koymuş düşmüş yola yine az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz
gitmiş altı ay gündüz altı ay gece gitmiş odun kestiği ormana gelmiş. Heybeden
tavuğu çıkarmış ki ne görsün heybenin içinde çil çil altınlar varmış.  Meğer ihtiyarın oduncuya vermiş olduğu tavuk
sihirli bir tavukmuş. İhtiyarın gözleri sevinçten fal taşı gibi açılmış. Hemen
eşeğine binip pazarın yolunu tutmuş. Bir sarrafa altınları bozdurup eşine
çocuklarına yiyecek giyecek almış. Eşeğine yükleyip kulübesine dönmüş. Bu hali
gören oduncunun karısı ve çocukları sevinçten neredeyse oynayacaklarmış.
Oduncunun hanımı hemen yemekler yapıp donatmış sofrayı karınlarını bir güzel
doyurmuşlar. Oduncu kulübesinin yanına
sihirli tavuğu için güzel bir kümes yapmış. Sihirli tavukta her gün bir altın
yumurtluyormuş.  Gel zaman git zaman
oduncu gittikçe zengin oluyormuş. Kente güzel bir ev yapıp yerleşmişler. Yalnız
oduncunun eşi çok tamahkar bir kadınmış bu yüzden çok daha çabuk zengin olmak
istiyormuş. Her gün sihirli tavuğun yumurtlamasını beklemektense onu kesip
karnındaki altınları almanın daha iyi olacağını düşünüyormuş. Yine oduncunun
olmadığı bir gün sihirli tavuğu kesmiş bakmış ki karnında bir tek altın bile
yokmuş. Yaptığına pişman olup ağlayıp göz yaşı dökmüş. Eve dönen oduncu
olanları duyunca çok üzülmüş ama nere çare olan olmuş bir kere. Elindeki kalan
altınlarla bir iş tutmuş geçinip gitmiş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım
kerevetine gökten üç elma düştü kim bilir kimin başına
 

Bayram YANDIM
 
KİMSESİZ ÇOCUK
Uzaktan köyünün evlerini görünce yüreği heyecan içinde çarptı. Uzun zamandır görmediği köyü yeşil ağaçların arasında sanki kendisine gülümsüyordu. Zaten esmer olan yüzü toz ve kir içinde iyice kirlenmiş yer yer ter tortuları içinde kara gözleri ışıl ışıldı. Üstünde eski bir gömlek ve pantolon ayağında kopmaya yüz tutmuş çarıkları vardı. Çarıkları içinde ayakları kan ter içindeydi. Köydeyken keçileri otlatırken su içmek için her gün gittiği pınarı görünce bütün acılarını unuttu. Hemen pınarın oluğuna ağzını dayayıp kana kana su içti. Elini yüzünü hatta ayaklarını bir güzel yıkadı. Kenardaki bir taşın üstüne oturup bir güzel dinlendi. İsmail birkaç yıl önce köyden çıkıp alıp başını gitmiş ta Atina’ya Gitmiş orada bir Rum’un yanında çobanlık yapmış boğaz tokluğuna çalışmıştı. Savaş çıkınca da bir gece kaçıp yola çıkmış memleketine gelmişti. Bu yüzden Rumcayı ana dili gibi öğrenmişti. Pınarın akan suyuna bakıp daldı gitti. Ne güzel günler yaşamıştı bu pınar dibinde genelde annesinin hazırlamış olduğu azıkları bu pınar kenarında açar soğuk su ile birlikte karnını doyururdu. Annesi o amansız hastalığa yakalanmasa idi köyden çıkıp gitmezdi zaten. Ama yıllar sonrada olsa köyüne dönmüştü işte. Kalktı tekrar pınara ağzını dayadı kana kana su içti. Elini yüzünü bir güzel yıkadı. Gücü kuvveti yerine gelmişti. Çalılıkların arasındaki yoldan köye doğru yürümeye başladı. Köyün evleri daha yakındı artık. Birden gözlerine inanamadı köyün meydanında mavi beyaz damalı bir bayrak asılmaktaydı. Üzüntüden ve şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırdı. Demek ki köyü düşmanlar tarafından işgal edilmişti. Köye yaklaştıkça büsbütün korkusu arttı. Köyüne Rumlar yerleşmişti. Hatta rum askerleri köyde bir karakol kurmuşlardı. Köyde hiç Türk yoktu herhalde işgalden önce kaçıp gitmişlerdi. Köyün camisi harabeye dönmüş bakımsız ve ıssız bir yer olmuştu. Köy sokaklarında rum çocukları dolaşıyor hatta oyunlar oynuyorlardı. Rumlar köye bir kilise yapmışlardı kilisenin çanları gürültülü bir şekilde çalıyordu. İsmail düşündü Rumcayı Rumlar kadar iyi biliyordu pekala bu Rumların arasında kalabilirdi. Zaten köy kendi köyü değil miydi. Kilisenin kapısında durdu büyük bir haç çıkardı. Tıknaz başında püsküllü fesi olan kilisenin papazı onu gördü. Yanına geldi. Rumca kimsin diye sordu o da Yorgo diye cevap verdi. Sonra ekledi Türklerin elinden kaçıyorum. Papaz gülümsedi Rumca burada kalabilirsin kilisenin yanındaki boş odayı gösterdi. İsmail yine büyük bir haç çıkararak teşekkür etti. Papaz karnın açtır senin deyip İsmail’i evine davet etti. Onu sofraya oturtarak önüne yiyecekler koydu. Yemekten sonra elbise dolabından yeni elbiseler çıkartarak İsmail e verdi. İsmail elbiseleri giyince başındaki fesiyle tam bir rum çocuğu olmuştu. Kilisenin yanındaki odaya yerleşti. Sabahları kiliseyi temizliyor günlük işlerinde papaza yardım ediyordu. İsmail köydeki herkesle kaynaşmış kendini herkese sevdirmişti. Hatta köydeki rum karakolundaki askerler bile onu çok sevmişlerdi. Kilisenin papazı Pazar ayinlerinde sürekli Rumların zafer kazanması için dua ediyor. Askerlerin yaptıkları kahramanlıkları öve öve bitiremiyordu. İsmail içinden onaylamadığı durumu dinlemeye mecbur olduğu için hep üzülüyordu. Köylüleri hısım akrabaları nereye gitmişti. Gerçekten papazın dediği gibi Rumlar hiç gitmeyecek miydi. Köylülerini hısım akrabalarını bir daha göremeyecek miydi. Bu köyde Rumların arasında ne kadar yaşayacaktı. Bu düşüncelerle her gün yattıktan sonra uykuya dalıyordu. Köydeki karakola her gün yeni askerler geliyordu. Rumların söylediğine göre bölgedeki en büyük karakol burası idi. İsmail köyde kendini herkese sevdirmişti. Boş zamanlarında rum çocuklarıyla oyunlar oynuyor onlarla neşeli zamanlar geçiriyordu. Sabah kalkınca kiliseyi bir güzel temizliyor papazın verdiği yiyeceklerle karnını doyuruyordu. Papaz onu çok seviyor her Pazar vaazında yanında oturtuyordu. Kilisenin karşısında bulunan beyaz badanalı bakımlı evde kendi yaşıtı siyah kıvırcık saçlı ela gözlü boylu poslu güzel bir rum kızı vardı adı Eleni idi. Ne zaman İsmail i görse gülümser zaman zaman yanına gelir onunla sohbet ederdi. İsmail de bu kızı sever onunla sohbet etmeye bayılırdı. Karakolda bulunan askerler nöbetçiler de İsmail i çok sevmişlerdi. Boş zamanlarında İsmail askerlerle sohbet ederdi. köyde eskiye dair bütün izler silinir olmuş tarlalar ekilmemiş yaban otları ile kaplanmış bağ bahçe bakımsızlıktan ormana dönmüştü. ismail evlerinin önünden geçerken yüreği burkulur geçmişte yaşadığı bu ev şimdi kimleri konuk ediyordu. oysa o evde doğmuştu ailesi ile en mutlu günlerini bu evde geçirmişti. yalnız belli etmemek için o eve uğramıyor hatta yanından bile geçmiyordu bütün acılarını ve anılarını yüreğinde saklıyordu. köydeki karakolda her gün hareketlilik sürüyordu. bazı geceler askerler sabahlara kadar içip eğleniyorlardı. askerlerlerin konuşmalarından zaferin çok kısa zamanda elde edileceği Türklerin yenileceği anadoludan bir daha dönmemek üzere atılacağını duyuyor bunları içi burkularak dinliyordu. bazı zamanlarda köyün yakınından geçen dere kenarına gidiyor dere kenarında dolaşarak suyun akışını izliyordu. hemen her pazar yapılan ayinlere katılıyordu. köyün mezarlığı bakımsız çorak bir hal almış içindeki ulu ağaçlar kesilmiş mezar taşları bile yıkılmıştı.
İsmail’i herkes
çok seviyordu. Hatta karakoldaki askerler onunla konuşmaya bayılıyorlardı.
Bazen eline tüfek verip nöbet bile tutturuyorlardı. Her gece köyün içindeki karakolda eğlenceler
yapıyor yiyip içiyorlar sabahlara kadar eğleniyorlardı. Son günlerde karakolda
bir hareketlenme olmuştu. Sürekli askerler geliyordu. Rumlar Türklerin üzerine
güçlü bir orduyla saldırmak için hazırlık yapıyorlardı. Bu yüzden cephaneliğe
sürekli arabalar dolusu silah geliyor. Askerler o silahları cephaneliğe
yığıyorlardı. Yine o akşam askerler akşamdan içip eğlenmeye başlamışlardı.
İsmail karakolun önünden geçerken nöbetçi asker ona seslendi.
 
--Hey yorgo işin var mı? İsmail gülerek
 
--Yok dedi bunun üzerine sırtından tüfeği çıkaran asker
ona tüfeği uzattı. Al benim yerime nöbete devam et ben biraz eğleneyim dedi. Bu
arada İsmail’e bir sigara uzattı.
 
--Birde sigara yak dedi. İsmail sigarayı aldı ama ateşim
yok dedi. Şimdi içmek istemiyorum ateşim olsa sonra içerdim. Asker cebinden
kibriti uzatıp al senin olsun ne zaman istersen o zaman içersin deyip
eğlencenin yapıldığı yere doğru hızla yürüdü. İsmail sırtında tüfeği bir başına
kalmıştı. Bir anda beyninde şimşek çaktı. Rumlar büyük bir saldırı yapıp Türkleri öldüreceklerdi. Babası aklına
geldi. Çanakkale harbinde şehit olmuştu. Annesi ona hep anlatırdı. Baban kahramanca öldü. Vatan için savaşırken
şehit oldu derdi. Yine rum papaz vaazında vatan için savaşırken ölenler şehit
olur derdi. Bunları düşünürken İsmail birden cebinden kibriti çıkarıp barut
fıçılarına doğru yürüdü. Bütün askerler çılgınlar gibi içip eğleniyordu. Barut fıçılarının
yanına vardı. Barut fıçılarından birinin kapağını açıp Kibriti yakarak barut
fıçısının içine attı. Önce parlak bir alev sonra şiddetli patlamalar birkaç saniye
içinde ortalık cehennem yerine dönmüştü. Ard arda gelen patlamalar köyde büyük
bir yangın çıkardı. Evlerin hepsi ve içindekiler yandı.

Bayram YANDIM
PABUCU DAMA ATILMAK
 
Küçük Ahmet leyleklere çok kızıyordu. Sanki hiç işleri yokmuş gibi kendisine bir kardeş getiriyorlardı. Akşam yatarken minik ayakkabılarını yatağının altına saklıyordu. Çünkü hep ona senin pabucun dama atılacak diyorlardı. Niye pabuçlarını atsınlar ki. Ne güzel giyip bahçede oynuyordu. Hem onları babası almıştı. Niye dama atılacak bir türlü anlamıyordu. Leyleklerinde hiç işi yoktu. Niye ona bir kardeş getirirlerdi. Bir akşam teyzesi geldi. Anne ve babası birlikte telaşlı telaşlı gittiler. Teyzesi ona mısır patlattı. Çizgi film izletti. Uykusu gelince de yatağına yatırdı. Sabah kalkınca ilk iş yatağının altına bakmak oldu. Ayakkabıları yerinde duruyordu. Salona geçti. Babası ordaydı. Babası elinden tuttu. Gel benimle dedi. Birlikte yatak odasına geçtiler. Annesi yatakta yatıyordu. Kucağında bir kundak vardı. Annesi gülümseyerek gel bak kardeşine dedi. İstemeye istemeye kundağın içinde yumuk gözlü bir bebek duruyordu. Pek de çirkin bir şeydi. Bu leylekler nerden bulmuşlar bu çirkin şeyi diye düşündü. Az sonra misafirler geldi. Hepside anne ve babasına yaşı uzun olsun diyorlar yine bebeğin kundağına hediyeler takıyorlardı. Kimse onunla ilgilenmiyordu. Sessizce yatak odasına gitti. Ayakkabılarını giydi. Salona geldi. Yine kimse ilgilenmedi. Sanki kimse onu görmüyordu. Bu arada annesi bebeğin kundağını açtı. Kalem kadar ayakları vardı. Ha bire ağlıyordu. Annesi yine meme vererek karnını doyurdu. Bunun neyini seviyorlar diye düşündü. Hem ağlıyor hem de kakasını bile söyleyemiyordu. Bu leylekler başka bebek bulamamışlar mıydı. Odasına geçti. Oyuncaklarını çıkardı canı oynamak istemiyordu. Nihayet babası Ahmet diye seslendi. Hemen koştu. Babası elinden tuttu. Hadi seninle lunaparka gidelim dedi. Yatağının altından ayakkabılarını çıkarıp giydi. Annesinin yanına geldi. Kucağında bebek annesi. Bebeği yatağa bıraktı. Kendisini kucağına aldı öptü okşadı. Ahmet ağlamaya başladı. Gözyaşları yanaklarından aşağı doğru akıyordu. Annesi öptü öptü. Eliyle gözyaşlarını sildi. Gürültüden bebekte ağlamaya başladı. Ahmet kardeşine baktı. Küçücük gözleri o kadar sevimliydi ki  içinden öpüp okşamak geldi. Annesi onu bıraktı. Kardeşine koştu. Babası elinden tutup çıkacakken. Babasının elini bırakıp annesinin yanağına kocaman bir öpücük kondurdu. Bir öpücük de kardeşinin yanağına koşup tuttu babasının elini. Babası onu lunaparka götürdü. Lunaparkta salıncaklara bindi, kaydıraktan kaydı. Zaman su gibi geçti. Babası elinden tuttu. Eve doğru gelirken çatıda gördüğü leyleğe teşekkür etti. Leylek ona güzel bir kardeş getirmişti.
Bayram YANDIM
ALİ’NİN KEÇİ SÜRÜSÜ
 
O yıl bahar güzel olmuştu. Yemyeşil kırlar özellikle çobanlar için bulunmaz nimetti. Güttükleri sürüler iyice beslenip semizleşecekti. Yemyeşil dağ yamaçları, alabildiğine uzanan çayırlar. Bu kötü bu kara günlerde sevinilecek tek olaydı. Güzel yurdumuz işgal edilmiş. Bayrağımız çiğnenmiş. Yokluk ve savaş insanlarımızın belini bükmüştü. Köyde ne kadar eli tutan erkek varsa savaşa gitmiş. Köyde sadece kadınlar, yaşlılar ve çocuklar kalmıştı. Ali 10 yaşlarında bir çocuktu. Alsalar o da seve seve savaşa gider. Kahramanca savaşır gerekirse gazi hatta şehit olurdu. Vatan bu güzel vatan için hiç düşünmeden canını verirdi. Evlerinde hiç erkek kalmamış babası ve ağabeyleri cepheye gitmişti. Annesi ve Ali’nin bir sürü keçilerinden başkaca bir varlıkları yoktu. O keçileri bakma görevi Ali’ye verilmişti. Ali sabah erkenden keçileri alır yaylalara çıkarır onları otlatırdı. Elinde bir kavalı kendi halinde kavalını çalar vakit geçirirdi. En çok merak ettiği savaşın gidişatıydı. Ne zaman cepheden dönen bir atlı görse hemen yanına koşar ondan savaş hakkında bilgi alırdı. En çok ta Mustafa Kemal paşayı merak ediyordu. O kahraman paşa bir gün gelip karşısına çıksa sevinçten uçardı. Herkesin dilinde o vardı. Taa Çanakkale’de düşmanı yenmiş. Düşman ardına bakmadan kaçıp gitmişti. Şimdi kurtuluş savaşında yine ordunun başında o vardı. Son zamanlarda gelip geçen atlılar iyi haberler getiriyordu. Zafer yakındı diyorlardı. Ali o günler bir gelse diye dua ediyordu. Yine bir sabah erkenden kavalını azık torbasını yanına alarak keçi sürüsünü önüne kattı. Köpeği karabaş da yanında yürüyordu. Her zamanki otlağının yanına geldi. Keçilerini çayıra saldı. Bir ağaç gölgesinde dinlenmeye çekildi. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra her zaman su aldığı pınara yine su almak için gitti. Pınar gürül gürül akıyordu. Kana kana içti. Elini yüzünü yıkadı. Köpeği karabaşta yanındaydı. Azık çıkınını açtı. Peynir ekmek bir güzel karnını doyurdu. Yeniden elini yüzünü yıkadıktan sonra keçilerin yanına dönmek için yola çıkıyordu. Birden karşı ki dağın eteğinde çadırları gördü. Bu çadırlar asker çadırı olmalı diye düşündü. Askerler ağaçlara bağlı atlar. Yeni gelmiş olmalıydılar. Çünkü buraya geldiğinde çadır filan yoktu. Çadırlara iyice yaklaşmaya karar verdi. Biraz yaklaşınca en baştaki büyük çadırın üstündeki bayrağı fark etti. Mavi beyaz bayrak morali bozuldu. Düşman bunlar diye hayıflandı. Ne olurdu. Türk olsalardı. İstemeye istemeye sürünün yanına döndü. Demek ki düşman kaçıyor geri çekiliyordu. Demek ki zafer yakındı. Ama düşmanın burada olması hiç iyi değildi. Düşman köylerine saldırır onlara rahat huzur vermezdi. Buna bir çare bulmalıydı. Bu arada akşam olmakta idi nerdeyse güneş batacaktı. Sürüyü toparlayıp köye doğru yola çıktı. Köye gelince annesi karşıladı onu. Birlikte sürüyü ağıla koyup evlerine geçtiler. Annesinin hazırlamış olduğu yemeği yediler. Ali yemekten sonra evin tahtadan yapılmış sedire çıktı. Etraf karanlıktı. Serin yaz akşamlarında burada yatardı. Düşman gelmişti. Çadırlarını köyün yakınına kurmuştu. Bu düşman burada olduğu süre köy tehlikedeydi. Ne yapıp ne edip bu düşmandan kurtulmak lazımdı. Türk ordusu gelse hele Mustafa Kemal paşa düşman ardına bakmadan kaçardı. Bunları düşünürken aklına bir fikir geldi. Şu an ordu gelmezdi. Ama düşman ordu geldi sanabilirdi. Hemen bir plan yaptı. Düşmanı ne yapıp edip kaçıracaktı. Ertesi gün sürüleri otlatmaya giderken yanına bol miktarda mum ve ateş yakmak için çakmak alacaktı. Bu düşünceyle uykuya daldı. Sabah olunca erkenden kalkıp torbasına mumu koydu. Annesine de anne ben bu gün geç gelirim beni bekleme deyip yola çıktı. Keçilerin otladığı yaylaya gelince işe koyuldu. Mumları bir güzel hazırladı yeterince mumu vardı. Akşam olunca keçilerin boynuzlarına yapıştırdığı mumları yakıp keçileri düşmanlara doğru kovalayacaktı. Saatler geçti. Akşam oldu. Ali hazırlılarını tamamlamak üzereydi. Hava iyice karanlık olunca keçilerin boynuzları üzerine mumları yapıştırıp yaktı. Bütün keçilerin mumunu yakınca keçileri düşmanın üzerine sürmeye başladı. Bu arada ne olduğunu şaşıran düşman Türk ordusu geliyor sanarak hemen çadırlarını toplayıp kaçmaya başladı. Ali düşmanın kaçtığından emin olunca keçilerin boynuzlarındaki mumları söndürüp köye döndü. Ertesi günler yine keçilerini otlatmaya devam etti. Yine böyle bir gün keçilerini otlatmakta iken karşıdan atlıların geldiğini gördü. Atlılar iyice yaklaşınca bunların Türk askerleri olduğunu anladı. Hemen yanlarına koştu. Savaşı sordu. Onlarda savaşın bitmek üzere olduğunu düşmanın kaçtığını Mustafa kemal paşa ve askerlerinin onu denize dökmek için peşlerinde olduğunu söylediler. Ali sevinç içinde ne yapacağını bilemiyordu.
Bayram YANDIM
TÜMSEKTEKİ MEZARLAR
 
 
Tümseğin yamacından ne zaman geçsem içimde sonsuz bir saygı ve hayranlık uyanır. Hele bahar aylarında açan nevruzlar kırmızı güller bir dua bir huşu içinde bırakır beni. Orda ki mezarlar aslında sonradan oraya yapılmıştır. İçleri boştur. Ama ordaki toprağın her zerresinde o sevgi saygı hürmet yaşar.
Burada zabit oğlunun konağından eser yok şimdi. Sadece bir eski asma akarsuyun başında.Ve uçsuz bucaksız bir düzlük. Bir zamanlar koca bir çiftlik atlar ırgatlar seyisler kahya her şeyi varmış bu çiftlikte nice mutluluklar yaşanmış Osmanlının en şanlı zabitlerinde olan zabit oğlunun babası bu çiftliğe oğluna bağışlamış. Zamanında tımar sahibi iken sahip olmuş bu topraklara ve bu çiftliğe. Ama ya o savaşlar Osmanlının son günlerinde zabit oğlu ve bir oğlu çanak kaleye cepheye gitmiş. Gidiş o gidiş bir daha haber yok yine bir diğer oğul Mustafa kemal paşanın ordusuna katılmış kuvacı olmuş. Koca çiftlikte 10 yaşlarında bir erkek ve annesi kız kardeşi kalmış. Kız kardeşi de 12 yaşlarında ya var ya yok. Bir gün düşman atlıları çıkagelmiş yöreye sormuşlar soruşturmuşlar yerleşmişler zabit oğlunun çiftliğine ırgatları seyisleri kahyaları kovmuşlar. Bir oğul bir kardeş bir de anne kalmış çiftlikte. İşgalci düşman karargah kurmuş çiftliğe. Yiyecek içecek ne varsa hepsini yer olmuş askerler. Kabullenmek zorunda kalmış çiftliğin ev sahipleri bu davetsiz misafirleri. Bütün yığınak cephane buraya sevk edilmiş. Komuta bu çiftlikten edilir olmuş. Çiftliğin tek erkek ferdi. Ne zaman karargahın önünden geçse “ne işleri var burada sanki” diye içinden geçirirmiş. Elinden gelse hepsini boğazlayıp öldürecekmiş. Ama gücü yetmezmiş. Ah bir abisi dönse o zaman birlikte hepsini haklardı ya. Kız kardeşi Gülay’ın da Mehmet’ten farkı yoktu o da için için kinden nefretten ne yapacağını bilmiyor. Ama elinden bir çare gelmiyordu. Anneleri kamile hanım da durumu sindiremiyor. Çaresiz katlanıyordu. Yıllar yılı cihana hükmetmiş bir devletin zabitinin mülkü işgal altındaydı. Ellerinden bir şey gelmiyordu. Aksilik bu davetsiz misafirlerle iyi geçinmek zorundaydılar. Canlarının selameti için. Onlarda öyle yapıyorlar. Güler yüzlü ve sevecen davranıyorlardı bu işgalci sürüsüne. Ali ve kardeşi zaman zaman çiftliğe dolaşmaya çıkıyorlar. Bomboş araziye bakıp üzülüyorlardı. Çiftlikte ırgat kahya varken ekilen bu topraklar yaban otlarının işgaline uğramış onlarda öz yurtlarında mahkum hayatı yaşar olmuştu. Şimdi diz boyu ekinlerden parmak gibi salkım özümlerden eser yoktu. Topraklar bakımsız ve çorak kalmıştı. Cephaneliğin önünden geçerken Mehmet askere güler yüzle selam verdi. Tarlanın kenarından topladığı can eriğinden ona ikram etti. Asker Türkçe biliyordu. Yıllar yılı Osmanlının koynunda yaşamış bu çorbacıların hemen hepsi Türkçeyi yarım yamalak biliyorlardı. Çiftlikteki ev sahiplerine karşıda gayet nazik davranıyorlardı.  Ortada bir düşmanlık görünmüyordu. Hele yaz mevsimi gelince kardeşi Gülay ile birlikte çiftliğin bahçesinden erik olsun şeftali olsun kiraz olsun bahçelerinden toplayıp askerlere ikram ediyorlar. Askerlerde onlara bazen yiyecek gönderiyorlardı. Bu sahte dostluğa kimse ne inanıyor nede güveniyordu ama mecburen katlanılıyordu. Bu duruma son zamanlarda asker sevkiyatı artmış üst üste gelen Türk’lerin zaferleri düşmanın moralini bozuyordu. Ama onlar bunu pek belli etmiyorlardı. Yine akşamları çalgılar çalıyor sirtakiler oynanıyordu. İşgalciler sanki sürekli bu topraklarda kalacakmış gibi eğleniyorlardı. Bakımsız harap çiftlik içine kapanmış eski günlerini arıyordu. Geceleri çiftliğin sahipleri ahırdan gelen atların çıkarmış olduğu seslerden yine gece yarılarına kadar süren eğlencelerden rahatsız oluyorlardı ya belli etmiyorlardı. Yine çiftlikte işgalcilerin ne işine yarıyorsa alıyorlardı. Ağılda bulunan koyunlar kesiliyor her gün bir ziyafet veriliyordu. Askerlere. Yine çiftliğin atlarını da almıştı düşman. Sığırların kaderi de koyunlarınkinden farklı değildi. Onlarda bazı günler kesiliyor askerlere yediriliyordu. Çiftliğin ambarındaki Zaire tükenmek üzereydi. Mehmet bu durumun ne zaman biteceğini merak ediyor. Bu işin sonu nereye varacak diye kendi kendine soruyordu. Mustafa kemal paşa düşmanı yeniyordu. Bu askerlerin konuşmalarından anlaşılıyordu. Bir gün gelecek Mustafa kemal paşa buraları da temizleyecekti düşmandan. Ah yaşı biraz büyük olacaktı. Katılırdı Mustafa kemal paşanın ordusuna çarpışırdı düşman ile ya ölürdü ya öldürürdü ama böyle yaşamazdı. Geceleri saatlerce bunları düşünen Mehmet sabahı karşı uyuyabilirdi ancak. ağabeyleri olsa babası olsa böylemi olurdu. Düşman yüzyıllardır birlikte yaşadığı bu büyük ülkeye bu kalleşliği nasıl yapardı. Abla Gülay’da düşmanın gelip ülkelerini işgal etmesi yine çiftliklerine yerleşmesi ah diyordu ah bir erkek olsam o zaman gösterirdim ben onlara. Ah babam ağabeyim olsa kardeşim Mehmet çok küçük diyordu. Yine Kamile hanım da bu işgali içine sindiremiyordu. Kocası oğlu yanlarında olsaydı. Düşman bu kadar gelip çiftliğe yerleşemezdi. Günler böyle gelip geçerken düşman gittikçe huzursuz oluyor. Devamlı çiftliğe cephane yığınağı yapıyordu. Cephaneliğin başında bir nöbetçi bekliyor. Onları koruyordu. Mehmet cephaneliğin önünden geçerken ah bir şu cephanelik bir yansa da düşman belasını bulsa diye geçiriyordu. Aklından. Cephanelik bir ateş alsa düşman karargahı da yerle bir olurdu. O akşam düşman çok mutluydu. Türk askerleri geri çekiliyormuş. Sanki zafer kazanılmış gibi çılgınca eğleniyordu. Bu haberi duyan Mehmet için için kahroldu. Düşman civar karargahlardan askerlerinde katıldığı muhteşem bir eğlence yapıyordu. Rakılar su gibi içiliyor. Kadınlı erkekli danslar ediliyordu. Bu eğlence çiftlikteki ev sahiplerini iyice huzursuz etmişti. Ailecek yakındaki köye gitmeye karar verdiler. Düşman komutanına giden Mehmet ve kardeşi izin alarak annesinin yanına döndü. Yanlarına çıralar alarak yola çıktılar. Cephanelikte nöbetçi elinde tüfeği ile bekliyordu. Mehmet selam verdi ve nöbetçiye izin kağıdını gösterdi. Nöbetçi çok geç kalmayın diye tembihte bulundu. Koyu karanlık gecede bir çıranın aydınlığında çıktılar yola bir birlerine sokularak düşmanın eğlence sesleri ve narası çiftliğin dışından bile duyuluyordu. Sessiz bir şekilde hiç konuşmadan köye doğru yürüdüler. Kendi yurtlarında kendi vatanlarında sığıntı olmuşlardı. Köye gitmek için bile izin almak zorundaydılar. Eskiden olsa çiftliğin kahyası faytonu koşar onları faytona bindirir ve öyle götürürdü. Köye. Şimdi yürüyerek gidiyorlardı. Köye gelince bir asker kesti yollarını Mehmet cebinden çıkardığı izin kağıdını gösterdi. Nöbetçi asker onlara gidecekleri eve kadar refakat etti. Eve varınca da asker geri döndü. Evin kapısına gelen aile kapının tokmağını vurarak çaldı. Az sonra kimdir o sesine kamile kadın biziz diye cevap verdi. Misafirler buyur edildi. Köydeki yaşlı dayıları hastalanmış. Herkes onun ziyaretine gelmişti. Hemen herkes huzursuz herkes ne yapacağını bilmez bir şekilde kararsızdı. Gerçekten Mustafa kemal paşa askeri geri çekmiş bu düşmanı sevindirmiş. Köylüyü çok üzmüştü. Yüzyıllardır yaşadıkları yurtları ellerinden mi alınacaktı. Düşman hiç gitmeyecek miydi vatanlarında esir olarak mı yaşayacaklardı. Duruma o kadar üzülmüşlerdi ki ağlayanlar bile vardı. Vakit epey olunca izin isteyip yine düştüler yola köyün çıkışında nöbetçi ye izin kağıdını gösterdiler. Zifir karanlık gecede bir çıranın aydınlığında köyden çiftliğe doğru yürüyorlardı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Çiftliğe yaklaşınca nöbetçi seslendi Mehmet siz misiniz diye o da evet dedi. Nöbetçinin yanından geçerek odalarına çekildiler. Hemen hepsi yattılar. Mehmet üzüntüden yorgunluktan hemen uykuya daldı. Rüyasında altın saçlı bir kumandan kendisine bir al bayrak hediye ediyordu. O da annesi ve kardeşiyle birlikte kumandana al renkli bir gül veriyordu. Mehmet sabah uyandı. Rüyasını kimseye anlatmadı. Hala rüyasında gördüğü sarı saçlı mavi gözlü kumandanın etkisindeydi. Gün boyu çiftlikte dolaştı. Yaban otları tarlaları kaplamış tarlalarında düşman atları otluyorlardı. Düşmanlar bir sığırlarını kesmiş dersini yüzüyorlardı. Yine akşam eğlenecekler diye içinden geçirdi. Bakımsız kiraz ağaçları küçük küçük kirazlar vermişti. Bu yıl aralanmayan meyve ağaçları meyveleri çok küçük dökmüşlerdi. Asma üzümleri kül basmış asmanın dibindeki pınarın su ahırı yosundan görünmez olmuştu. Çiftlik bir harabeyi andırıyordu. Öğleye doğru çiftliğe döndü. Kazanlardan kavurma kokuları geliyordu. Akşama yine eğlenecekler diye geçirdi içinden annesi ve kardeşi ile oturup yemeklerini yediler. Annesine kardeşine uzun uzun bakıp iç geçirdi. Sonra odasına çekildi. Bu işin sonu nereye varacaktı. Tavandaki oyma işlemeler baktı. Kim bilir hangi hünerli usta oymuştu. Bu işlemeleri. Çiftlikte mutlu olduğu günler aklına geldi. Hele sünneti ne kadar eğlenceliydi. Dedesi meddah bile getirtmişti. Dedesi büyük adamdı sevilen sayılan adamdı. Babası çanak kale den dönmeyince daha fazla dayanamamış göçüp gitmişti. Yeşil hafızlığını geçirdi başına kuranı kerimi alıp yanına mezarlığa doğru gitti. Nöbetçi alaylı alaylı bakarak nereye böyle der gibiydi. Ağır adımlarla kenarları yeşil dallarla kaplı toprak yoldan yürüdü. Yol toz içindeydi. Atlar arabalar gelip gidiyordu. Köyün mezarlık kapısına gelince ellerini açıp bir fatiha okudu. Kapıdan geçip mezar taşlarının içinden ailesinin bulunduğu mezarlığa geldi. Dedesinin mezarı başında tüm ölmüşleri için yasini şerif okudu. Bu arada babası ve ağabeyi geldi aklına onların ruhlarına da dualar okudu. Kim bilir kendisini nasıl bir ölüm bekliyordu. Gece gördüğü kumandan sırmalı elbiseleri içinde kendisine gülümsüyordu. Gözleri ne kadar sıcak diye düşündü. Bir çitlenbik ağacının gölgesine oturdu. Oysa saçları dökülmüş soluk benizli düşman komutanı ne kadar mattı ne kadar soluk bakıyordu. Çok sevimsiz bir adamdı. Devamlı apoletlerini parlatır. Madalyalarına bakardı. Çitlenbik dallarında yeşil kırmızı çitlenbikler gözüne ilişti. Alçak dallardan birini koparıp olgun meyvelerden yedi. Yağlı meyveler ağzında buruk bir tat bırakmıştı. Ağırca doğrulup kalktı yerinden doğru çiftliğe yöneldi. Yine toprak yoldan giderken ikindi gölgesi yer yer ortaya çıkıyor. Ne kadar heybetli görünüyordu. Bu sırada bir karatavuk dalların arasından cak cak diyerek uçup gitti. Gök mavi bulutsuz ışıl ışıldı. Yol kenarındaki koyu yeşil çimenler mevsimin tadını çıkarıyorlardı. Ağır adımlarla yürüyerek çiftliğe gelmişti. Nöbetçiye selam verip odasına çıktı. Annesi mutfaktaydı. Kardeşi de annesine yardım ediyordu. Gözü güneşin batışına takıldı. Kırmızı sarı renk karışımı ufukları boyamıştı. Akşam olmak üzereydi. Ablası hadi yemek hazır diye seslendi. O kadar tatlı sesi vardı ki birden mahzunlaştı. Annesi ablası boğazına bir şeyler düğümlendi. Karargahtan müzik sesleri geliyordu. Gidip salondaki sofraya oturdu. Tarhana çorbasından erik hoşafından karnını bir güzel doyurdu. Yemekten sonra elbirliği ile dua ediyorlardı. Babası ağabeyleri aklına geldi. Odasına geçip pencereden seyretmeye başladı. Cephanelik tam karşıdaydı. Nöbetçi yerinde çalan müziğe ritim tutuyordu
Karargahtan müzik naralar geliyorlardı.gökte ay hilal şeklindeydi. Çok uzaklarda sönük yıldızlar geceyi aydınlatmaya çalışıyorlardı. Gece iyice çökmüştü bir ara nöbetçiyi yerinde göremedi. O da eğlenmeye gitmişti. Birden beyninde bir şimşek çaktı. Hemen mahzene inip bir çıra aldı onu yaktı. Usulca cephaneliğe doğru yürüdü. Cephaneliğe yaklaşınca tam ortasına var gücüyle fırlattı. Birkaç saniye içinde çiftlik mahşere döndü alevler göklere yükseliyor barut fıçıları zıplayarak patlıyordu. Düşmandan çiftlikten eser kalmamıştı. İşte bu mezarlar buraya bu olayın anısına yapılmıştı
 
Bayram YANDIM
 
DORU TAY
 
 
Ahmet sünnet olacaktı. Sünnet yaşı gelmişte geçiyordu. Ama savaşlardan yokluklardan bir fırsat olmuyordu. Hem dedesi ona sünnet hediyesi ne alacaktı. Ahmet attan inmezse dedesi ona ne hediye vaad edipte attan indirecekti. Ağılında bulunan koyunların 10-15 ini satsa sünnet masraflarını çıkarabilirdi. 2-3 ünü de keser konuklara yedirirdi. Ama Ahmet attan inmek için Ahmet’e ne hediye verebilirdi. Bunları düşüne düşüne uykuya daldı Koca Süleyman. Sabahleyin ahırdan gelen garip sesler uyandırdı. Koca Süleyman’ı hemen üstünü giyip ahıra inince yaşlı kısrağın yeni bir tay doğurduğunu gördü. Islak tüyleriyle doru tay ayakta titriyor. Annesinden meme emmeye çalışıyordu. Kısrak diliyle yalayarak onun ıslak tüylerini kurutuyordu. Koca Süleyman çok mutluydu. Yeni bir tayları olmuştu. Gürültüden uyanan Ahmet ahıra gelmişti. O da çok mutluydu. Koca Süleyman torununu kucağına alarak ahırdan çıktı. Günler gelip geçiyor. Doru tay büyüyüp serpiliyordu. Koca Süleyman oğlu hasana bir akşam yarın dedi ahırdaki koyunların 15 tanesini pazara götürüp satalım dedi. Oğul hasan tamam baba dedi. Ertesi sabah oğul Hasan koyunları alıp pazara götürdü. Akşamda hepsini satmış olarak geri döndü. Paraların tamamını koca Süleyman’a verdi. Koca Süleyman ertesi gün torunu Ahmet’i yanına alıp pazara götürdü. Pazardan yeni kumaşlar alarak terzi Mehmet’e verdi. Onlardan torunu için elbise dikmesini istedi. Terzi Mehmet Ahmet’in ölçüsünü alarak işe başladı. Yine koca Süleyman pazardan yiyecekler alarak köye döndü. Yolda karşılaştığı eşe dosta yakında torunun sünneti olduğunu söyledi. Akşam eve geldiler. Ahmet yakında sünnet olacağı için çok heyecanlıydı. Ertesi gün koca Süleyman köyün tellalına gitti. Ve gelecek hafta torununu sünnet ettireceğini tellala söyledi. O da usulünce bunu duyuracaktı. Nihayet sünnet günü gelip çattı. Kazanlar vuruldu. Yemekler pişmeye başladı. Ahmet yeni esvaplarını giydi. Konuklar gelmeye başladı. Davullar zurnalar çaldı. Sofralar kurulup gelen konuklar doyuruldu. Ahmet süslü bir ata bindirilerek köyün içinde bir tur attı. Nihayet attan ineceği zaman adet üzere inmem dedi. Dedesi koca Süleyman’ı çağırdılar. O da doru tayı sana veriyorum torunum dedi. Ahmet attan indi. Sünnetçi gelip Ahmet’in sünnetini yaptı. Ahmet çok mutluydu hem erkekliğe ilk adımını atmış hem de doru tayın sahibi olmuştu. Ahmet her fırsatta doru tayını alıyor. Onu çayırlara götürüp otlatıyordu. Günler böyle geçip giderken Ahmet’in doru tayı iyice büyümüş serpilmiş tam bir yetişkin olmuştu. Doru tayı Ahmet doru tay da Ahmet’i çok seviyordu. Günlerden bir gün Ahmet ve doru tay çayırda iken karşıdan bir süvari geliyordu. Süvarinin altında sıska bir at vardı. Süvari Ahmet’i görünce atını onlara doğru sürdü. Ve yanlarına gelip selam verdi. Ahmet süvariye nereden gelip nereye gittiğini sordu. O da savaş başladığını onun için savaşa katılmak için cepheye gittiğini söyledi. Ahmet heyecanlanmıştı. Yaşı tutsaydı seve seve savaşa katılırdı süvari düşmanların ülkemize saldırdığını silahsız kadınları ihtiyarları çocukları öldürdüklerini köyleri yaktıklarını anlattı. Ahmet’in gözleri doldu ne yapabilirdi ki aklından şimşek gibi bir fikir geçti. Kendisi çok küçüktü. Savaşa katılamazdı. Ama doru tay pekala savaşa katılabilirdi. Onu süvariye verse o süvari ile birlikte pekala savaşa katılabilirdi. Süvariye gülümseyerek baktı ve
--Ağabey bu at benim ben savaşa katılacak kadar büyük değilim şayet istersen doru atımı al benim yerime savaşa o katılsın da ülkemiz düşmanlardan kurtulsun dedi. Süvari bu teklife çok sevindi. Atının kuşamlarını doru taya sırtına geçirdi. Kendi atını yedeğe alarak Ahmet’e teşekkür etti. Şayet savaş bitince sağ salim dönerse doru tayı getirip Ahmet’e geri vereceğine söz verip yola çıktı. Ahmet bir kahraman edasıyla eve döndü. Koca Süleyman Ahmet’in yanında doru tayı göremeyince Ahmet’e doru tayı sordu. O da olanları dedesine bir bir anlattı. Dedesi Ahmet’in başını okşadı. Ve çok iyi yapmışsın elimden gelse bende seve seve savaşa katılırdım dedi. Doru tayın sırtında daha hızla yol alan süvari çabuk cepheye vardı. Cephedeki komutana savaşa katılma isteğini söyledi. Yedeğindeki atı da başka bir askere verdi. Savaş tüm şiddetiyle sürüyordu. Bu savaşta özellikle süvari birlikleri çok önemliydi. Düşmanı takipte çevirmede işe yarıyorlardı. Özellikle doru tay hep en önde gidiyor. Herkesten önce varılacak menzile ulaşıyordu. Günler aylar yıllar süren savaş düşmanın İzmir’de denize dökülmesiyle sona erdi. Ahmet doru tayı hep özlüyordu. Savaş nasıl gidiyordu. Düşman yenilmiş mi idi.  Bunları merak ediyor zaman zaman çayıra gidip orda dolaşıyordu. Ahmet biraz daha büyümüş tam bir delikanlı olmuştu. Ahmet dalgın dalgın çayırda dolaşırken birden bir at kişnemesi duyuldu. Bu doru tayın kişnemesi idi Ahmet sesin geldiği yöne baktı. Süvarisi üstte doru tay yedeğinde bir at olduğu halde Ahmet’e doğru geliyordu. Ahmet doru tayı görünce hemen yanına koştu. Onun başını okşadı. O kadar mutlu olmuştu ki sevinçten ağlayacaktı. Süvari doru taydan inip Ahmet’in elini sıktı. Tekrar teşekkür etti. Çok şükür zafer kazanıldı. Düşmanı denize döktük sağ salim doru tay sana teslim dedi. Ahmet süvariyi evlerine davet etti. Sofra kurulup yemek yediler. Süvari ev halkından izin alarak atına binip gitti.
 
Bayram YANDIM
BİR MEKTUP HİKAYESİ
 
Kurtuluş savaşının en çetin günleriydi. Mektup götürerek haberleşmeyi sağlama görevi ile yola çıkan Mehmet adlı asker genellikle geceleri karanlık ormanlardan geçiyor. Gündüzleri yine ormanda saklanarak geçiriyordu. Uzun süren bu yolculuklardan sonra cepheye ulaşmıştı.
Ama cephede savaş en çetin halde sürüyordu. Kendine ağaç dallarından bir siper yapan Mehmet uzun otların arasından geçerek düşman kuvvetlerine görünmeden Türk mevzilerine varmalıydı. Ama düşman mevzilerinin bulunduğu alan oldukça düzlük ve açıklıktı. Mehmet de saklandığı yerde bekleyerek gecenin olmasını bekliyordu. Birde ay doğmasın diye dua ediyordu. Nihayet gece oldu. İyice karanlık bastırınca Mehmet tekrar yola koyularak sürüne sürüne düşman mevzilerinin bulunduğu taraftan geçti. Ve türk mevzilerinin bulunduğu yere geldi. Artık Türk mevzilerine iyice yaklaşmıştı. Aniden bir ses
--Parola dedi o da
--Hucum dedi. Aynı ses
--İşareti deyince bu seferde
--Yalçın dedi. Karşıdan gelen ses
--Gel dedi. Mehmet kendinden emin adımlarla yürüyerek nöbetçinin yanına vardı. Nöbetçi
--Hoş geldin kardeşim dedi. O da
--Hoş bulduk dedi.
--Hemen komutanı görmeliyim ona bir mektup getirdim. Dedi. Nöbetçi asker bu sefer siperlere doğru seslendi.
--Ahmet gel bu arkadaşı komutana götür dedi. Az sonra karanlıkta bir koyu gölge kendilerine yaklaştı.
--Buyur arkadaş diyerek Mehmet’in önüne geçti. O önde Mehmet arkada siperleri geçtiler. İlerde belli belirsiz çadırlar görülüyordu. Büyük bir çadırın önünde durdular. Kapıda bir nöbetçi bekliyordu. Ahmet nöbetçiye
--Arkadaş komutanı görecekmiş dedi. O da Mehmet’e
--Bekle biraz haber vereyim dedi. Ve çadırdan içeriye girdi. Az sonrada içerden çıkarak
--Gel dedi. Mehmet çadırdan içeriye girince masasında bir şeyler çizen komutan ona güler yüzle
--Hoş geldin diyerek elini uzattı. Komutanın elini sıkan Mehmet hemen cebinden mektubu çıkararak ona verdi. Komutan heyecan ile mektubu eline alıp okudu. Okurken heyecanı belli oluyordu. Soluk ışıklı çadır odasında ikisinden başka kimse yoktu. Komutan mektubu okuduktan sonra Mehmet’e bir takım sualler sordu Mehmet içtenlikle sorulara cevap verdi. Sonra komutan
--Sana bir yer göstersinler yat dinlen yarın gecede bizim mektubu geri götürürsün dedi. Mehmet komutana
--Tamam komutanım dedi. Komutan dışarıdaki emir erini çağırarak
--Arkadaşa yatacak bir yer gösterin dinlensin yarın gece de yola çıkar dedi. Mehmet komutanın elini sıkarak çadırdan dışarı çıktı. Emir eri önde o arkada yürüyorlardı. Birkaç çadırın yanından geçtiler. En sonunda emir eri bir çadırın önünde durarak
--Buyur burada dinlenebilirsin dedi. Mehmet emirerine teşekkür ederek çadıra girdi. Çadırda bir yatak ve battaniye vardı. Çok yorgun olan Mehmet hemen yatağa girdi. Derin bir uykuya daldı. Uykusu kurşun sesleriyle bölünmüştü. Tan yerinin ağarması ile yine şiddetli bir çatışma başlamıştı. Mehmet yataktan kalkarak elini yüzünü yıkadı. Bir yandan çatışma devam ederken bir yandan da sabah tayını dağıtılıyordu. Askerlere birer parça ekmek ve birer bardak çay sabah tayını olarak veriliyordu. Ellerinde çay kazanı iki Mehmetçik kepçeyle çay servisi yapıyordu. Bir er de elinde ekmek selesi ekmek dağıtıyordu. Çatışma devam ettiği için sedye ile yaralılar taşınıyor. Onlar ilk yardım çadırlarında tedavi edilmeye çalışılıyordu. Sabah tayınını yiyen Mehmet izin alarak komutanın odasına gitti. Komutan onu güler yüzle karşılayarak götürmesi gereken mektubun hazırlandığı kendisinin iyice dinlenip akşam karanlığında yola çıkması gerektiğini söyledi. Mehmet komutanın odasından yine akşam kaldığı çadırın yolunu tuttu. Yatağa uzandı. Kurşun sesleri hala duyuluyordu. Köyü geldi aklına. Ekin tarlaları yeşil tepeler balık tuttuğu dere gözünün önünden geçti. Sevdiği kız henüz elinden bile tutmamıştı. Hatta sevdiğini bile söyleyememişti. Ama söyleyecekti. Şu amansız savaş bitsin düşman vatandan kovulsun. O zaman çıkıp karşısına söyleyecekti. Şayet onun da gönlü varsa babasından isteyecekti. Vardır diyordu. İçinden bir ses onunda elbet gönlü vardır. Çünkü ne zaman karşılaşsalar kız ona dalgın dalgın bakardı. Bunları düşünürken kapanıp gitti. Mehmet’in gözleri. Mehmet uykusunda güzel bir rüya görüyordu. Sevdiği kız vardı rüyasında ona güzel bir bahçeden al renkli bir gül veriyordu. Mehmet gülü eline alıp kokluyordu. El ele tutuşup dolaşıyorlardı. Bahçenin içinde. Mehmet uyandığında akşam olmuştu. Gözlerini ovuşturup kalktı. Elini yüzünü yıkadı. Çadırdaki masanın üstünde kendisi için getirilen tayını duruyordu. Bir parça ekmek bir taze soğan Mehmet iştahla tayınını yedi. Kurşun sesleri susmuştu. Çadırdan çıktı. Koyu bir karanlık gittikçe koyulaşarak yayılıyordu. Doğruca komutanın çadırına gidip nöbetçi askere komutan ile görüşmek istediğini söyledi. Komutan yine onu güler yüzle karşılayarak karşısına oturttu. Ve hazırlamış olduğu mektubu ona uzattı. Mektubu gömleğinin içindeki cebe koyan Mehmet yola çıkmaya hazırdı. Komutan ile helalleşip yola koyuldu. Komutan ona bir gözcü vererek siperlere kadar eşlik etmesini istedi. Mehmet siperlere varınca gözcüyle helalleşip yalnız başına yoluna devam etti. Çalıkların arasından geçerek düşman siperlerine doğru sürünerek gidiyordu. Elleriyle de dalları yoklayıp sessizce ilerliyordu. Gecenin karanlık olması işini kolaylaştırıyordu. Böyle ne kadar gitti. Ne kadar zaman geçti. Farkında değildi. Ama artık düşman siperlerinin sonuna kadar gelmişti. Az sonra düşman siperleri uzaklarda kalacaktı. Bir dik yamacın yanından geçerken ayağı bir taşa takıldı. Taş gürültü çıkararak yuvarlanıp uçurumun dibine doğru düştü uçurumun dibinden fos diye bir ses duyuldu. Ardından bir silah patlaması ve Mehmet omzunda şiddetli bir acı hissetti. Vurulmuştu. Vurulmanın etkisi ile yuvarlandı. Tıpkı az önce yuvarlanan taş misali ta derenin dibine kadar. Kendini bir anda derenin sularının içinde buldu. Can havliyle kalkıp elini yüzünü yıkadı. Oradan hızla uzaklaşmalıydı. Dere boyunca yürümeliydi. Böyle ne kadar yürüdü bilinmez ayakları onu taşıyamaz hale gelmişti. Bir çam kütüğü gibi boylu boyunca düştü yere.
O sabah küçük kardeşi Ali’yi de yanına alan Ayşe derede çamaşır yıkamaya doğru yola çıktı. Tam çamaşır yıkadıkları yere gelince karşılarına boylu boyuna uzanmış bir askerle karşılaştılar. Hemen dereden su alarak onun yüzünü yıkadılar. Askerin üstü başı kan içindeydi. Sırtındaki yaradan hala kanlar akıyordu. Onu bir ağacın gölgesine güç bela taşıdılar. Bu arada suyun serinliği ile gözlerini açan Mehmet. Can havliyle
--Nerdeyim ben diye inledi. Ali ve ablası Ayşe
--Korkma bizden zarar gelmez dediler. Mehmet bütün gücünü toplayarak mektup dedi. Gömleğimin iç cebindeki mektubun karşıki tepelerde bulunan Türk birliğine ulaşması gerekiyor dedi. Bu sözler Mehmet’in ağzından çıkan son sözler oldu. Ali ablasına baktı.
--Abla bu mektup yerine ulaşmalı dedi. Ablası Ali’ye baktı. Ali henüz 10 yaşında bile değildi. Karşıki tepe sislerin arasında hayal mayal seçiliyordu. En az üç günlük yoldu.
--Nasıl gidersin dedi. Ali karalı bir bakış ile ablasına baktı.
--Giderim ne olacak koşa koşa giderim vatana hizmet borcu namus borcudur. Düşmanın yurdumuzdan koğulması için giderim dedi. Sonra devam etti.
--Kim bilir bu mektup ne kadar önemli düşmanın yurdumuzdan kovulması için dedi. Hemen evlerine giderek azık torbasını hazırladı. Hiç vakit kaybetmeden dik yamaçlardan dere boylarından yürümeye başladı. Zaman zaman sisler içinde ki tepeye bakmadan edemiyordu. Ayağındaki çarıklar iyice eskimiş çıplak ayaklarından kanlar sızıyordu. Ama o aldırmadan yürüyor. Yorulunca biraz dinlenip kalkıp yine yola devam ediyordu. Nihayet bir pınar başında durdu. Azık çıkınını açıp bir parça ekmek çıkarıp su kenarında bulunan gazayağını katık yaparak yedi. Elini yüzünü yıkayıp yine düştü. Yola vakit öğleyi çoktan geçmişti. Nerdeyse ikindi olacaktı. Sıra sıra çalılıklarla kaplı tozlu yoldan yürümeye başladı. Serin bir akşam rüzgarı reçine ve ardıç kokuları yayıyordu. Uzaklarda çoban köpekleri havlıyor. Ali durmadan dinlenmeden yoluna devam ediyordu.. güneş ufukta bir kızıllık bırakarak nerdeyse batıyordu. Yol kenarındaki çalılıkların gölgeleri iyice koyulaşmıştı. Ali patika yoldan kestirme olsun diye sık ağaçlı bir ormana daldı. Orman daha güvenli ve emniyetli idi. Bu arada iyce yorulmuş karnı da acıkmıştı. Bir çalılığın dibine çöktü. Azık torbasından bir parça daha ekmek çıkardı. Bir parçada peynirle katık yapıp yedi. Biraz dinlenip tekrar koyuldu yola. Çam ağaçları rüzgarda sallanıyordu. Hava hem kararıyor hem de serinliyordu. Karşıdaki tepe o kadar uzak görünmüyordu.. ormanın içinden ne kadar gitti. Ne kadar zaman geçti. Farkında değildi. Karşısına bir dere çıktı. Derenin sularından elini yüzünü yıkayıp yoluna devam etti. Gece gökteki yıldızların aksi sulara düşmüştü. Taşların üstüne basarak dereden karşıya geçti. Yine tepeye doğru  yürümeye devam ediyordu. Bu arada karşısına düz bir ova çıktı. Diz boyu ekinlerin arasından güç bela yol alıyordu. Ekinler yer yer boyunu geçiyordu. Yakınlarda bir köy olmalıydı. Bir tarlanın çitinin kenarına oturup biraz kestirdi. Uyandığında alaca bir aydınlık vardı. İçinden tan ağarmak üzere diye düşündü. Gözü yine tepedeydi. Tepeye biraz daha yaklaştığını hissetti. Tarlaların arasından yürümeye devam ediyordu. Sürülmüş yumuşak toprakta ayakları toprağa saplanıyor. Toprak hızlı yürümesini engelliyordu. Ali sabahın verdiği dinçlikle yürüyordu. Tarlaları hızlı bir şekilde geçerek yeşil bir yamaca doğru tırmanmaya başladı. Bu arada uzaklarda top silah seslerini duymaya başlamıştı. Demek ki cepheye iyice yaklaşıyordu. Küçük çalıların arasında akan bir pınardan kana kana su içti. Yüzündeki terleri yıkadı. Biraz soluklandı. Tepe karşısında iyice belirmeye başlamıştı. Bu arada karşıda bulunan bir çam ormanının üstünde kara bulutlar bir yağmurun habercisi gibi duruyorlardı. Ard arda çakan şimşeklerden sonra birden sağanak bir yağmur yağmaya başladı. Ali bir ağaç kovuğuna sığınıp yağmurdan korunuyordu. Karşısındaki ağaçta bir ışık belirdi. Sonra şiddetli bir gök gürültüsü ali ürperdi. İçinden bir dua okudu. Bu arada yağmur şiddetini azaltmaya başlamıştı. Damlalar gittikçe azalıyordu. Ali yağmur yağmasıyla iyice dinlenmişti. Damlalar iyice azalınca Ali ağacın kovuğundan çıkıp yürümeye başladı. Yer yer su birikintileri toplanıp kayaların asasından akıyorlardı. Bazen ali çarıklarını suların içine sokarak ayaklarını serinletiyordu. Bu arada güneş çıkmış tam tepenin karşısında bir gökkuşağı belirmişti. Ali gökkuşağına doğru yürüyordu. Bu arada top sesleri daha belirgin duyuluyordu. Ali tepeye doğru elini gözlerine perde yaparak baktı. Tepe   sanki daha yakınmış gibi geldi. Vakit ikindiyi geçmiş gölgeler iyice uzamıştı. Ali kendi gölgesine baktı. Küçücük boyu o kadar uzun görünüyordu ki. Kendini dedesinin anlattığı bir masal kahramanına benzetti. O da kahraman sayılırdı. Taşımış olduğu mektup kim bilir ne kadar önemliydi. Ne pahasına olursa olsun o mektup yerine ulaşmalıydı. Vatan düşmandan kurtarılması için bu mektup önemliydi. Artık güneş batmış. Yine bir gecenin habercisi akşam olmaya başlamıştı. Uzaklardan gece kuşlarının sesleri geliyordu. Bu akşam hafif bir mehtap ağaçların arasından geceye gülümsüyordu. Ali yılmadan yorulmadan yürümeye devam etti. Önüne çıkan ormandan yürüyordu. Vakit gece yarısı olmuştu önünde geniş bir çayır vardı. Ali orada bulunan bir ağacın dibine varınca biraz uyumaya karar verdi. Saatlerdir yürüyordu yorgundu hemen uykuya daldı. Rüyasında bir gül bahçesindeydi. Al bir gülü koparıp eline aldı kokladı gül o kadar güzel kokuyordu ki . birden uyandı. Sabah olmuş güneş doğmuştu. Bayağı uyumuşum diye geçirdi. İçinden azık torbasını açıp bir parça ekmek daha yedi. Tekrar koyuldu yola tepeye iyice yaklaşmıştı. Yine bir dereye rastladı. Biraz dere boyundan yürüdü. Çınar ağaçlarındaki polenler genzine dolmuştu. Mütemadiyen öksürüyordu. Sonra bir keçi yolundan yoluna devam etti. Keçi yolu onu bir yokuşa doğru götürüyordu. Top ve silah sesleri daha yakından duyuluyordu. Güneş tam tepesindeydi. Bu gece tepeye ulaşırım diye geçirdi aklından. Bir pınarın başında dinlenip elini yüzünü yıkadı. Bir parça daha ekmek yedi. Çıkmış olduğu yamaçtan sonra önünde uzanan düzlüğün sonunda çadırlar görünüyordu. Ara sıra patlayan top sesleri ve silah sesleri çok yakınlardan geliyordu. Üstünden bir kartal kanatlarını gererek uçup gitti. Ali kalktı. Çadırlara uzak istikametten gitmeliydi. Belikli bu çadırlar düşman çadırlarıydı. Uzakta ağaçlara bağlı atlar kişniyordu. Ali yoluna devam etti. Yine sık ağaçlı bir ormana girdi. Orman güvenliydi. Ne kadar yürüdü bilinmez ormandan çıkmıştı vakit akşamdı güneş batmak üzereydi. Ali yine bir düzlükle karşılaştı. O düzlükte yürümeye devam etti. Gece serin ve soğuktu. Serin bir rüzgar yaprakları yalıyordu. Ali düzlükten gidiyordu. Tepe tam karşısındaydı. Bir iki saate kadar oraya varabilirdi. Hızla yürüyordu. Geceleyin gitmeliydi. Karanlıkta kimse onu görmezdi. Karşısına gelen ormana daldı. Yürüdü yürüdü. Bu sırada devriye gezen iki düşman askeri dalların arasından bir karartının geçtiğini gördüler. Öndeki hemen tüfeğini ateşledi. Karartı birden yere yuvarlandı. Asker onu takip etme gereği bile duymadı. Bir yaban hayvanıdır diye düşündü. Ali yediği kurşun ile birden yere düştü. Omzundan kanlar sızıyordu. Kendini çok halsiz hissediyordu. Omzunda tarifsiz bir acı vardı. Son gayretle katlı. Mektup aklına geldi. Can havliyle yürüyordu. Yarası kanıyor. Ama o ne yarasına ne acısına aldırmadan yürüyordu. Birden önünde beyaz çadırları görür gibi oldu. Gözleri karardı yere düştü. Gürültüden nöbetçi asker oraya koştu. Hemen onu kucağına alıp revire götürdü. Revirdeki doktor ve hemşire gömleğini çıkarıp yarasını temizledi. Doktorun yüzü ekşidi. Yara çok derindi. İçinden çok da küçükmüş diye düşündü. Ali mırıldandı mektup gömlek. Sonra başı omzuna düştü. Gözleri bir daha açılmamak üzere yumuldu. Doktor hemen gömleğin iç cebinden mektubu çıkarıp komutana götürdü. Komutan mektubu açıp okudu. Günlerdir beklediğimiz haber geldi.dedi. ertesi gün alinin cansız bedeni bir tümseğe kazılan mezara konuldu. Rüzgar reçine kokularını yayarak esiyordu.
 
Bayram YANDIM
ORMANDAKİ ŞATO
Bir varmış. Bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde ormanın kıyısında yoksul bir çiftçi ailesi yaşarmış. Geçimlerini ormanın kenarındaki tarlalarını ekerek sağlarlarmış. Bu çiftçi ailesinin biri kız biri oğlan iki çocuğu varmış. Şehir yaşadıkları yere çok uzakmış. Bu yüzden çocuklar ne şekerin adını nede çikolatanın tadını bilirlermiş. Günler, aylar. Yıllar geçip giderken iki kardeşten oğlanın ismi Murat kızın ismi ise Ayşe birlikte ormanın içine gezmeye çıkmışlar. Orman o kadar güzelmiş ki: zümrüt yeşili ağaçların boyu nerdeyse göklere değecekmiş. Ağaçlar o kadar sıkmış ki, ağaçların arasından zar zor ilerliyorlarmış. İki kardeş ormanın güzelliğine kendilerine o kadar kaptırmışlar ve ormanda kaybolmuşlar. Akşam olmuş karanlık çökmüş. Gece kuşları ötmeye başlamış. İki kardeş ne yapacaklarını bilmez bir şekilde ormanda yürürken çok uzaklarda bir ışık görmüşler. Ne olursa olsun o ışığa doğru gitmeye karar vermişler. Yürümüşler yürümüşler nihayet ışığın bulunduğu yere gelmişler. Işık bir şatodan geliyormuş. İki kardeş şatoya yaklaşıp pencerelerinden bakmışlar. İçerde kimseler yokmuş. Karınları çok açmış. Ne olursa olsun şatonun içine girmeye karar vermişler. Şatonun kapısına gelmişler. Şatonun kapısı ardına kadar açıkmış. İki kardeş kapıdan içeriye girmişler. Şatoda kimseler yokmuş. Şato iki kardeşin daha önce hiç görmediği çikolata ve pastadan yapılmış. Şatoda her ne varsa çikolata ve pastadanmış. Çocuklar önce mutfağa girmişler. Orada yiyecek aramışlar pastadan ve çikolatan oluşan masa ve sandalyeler varmış. Yine yemek kapları pasta ve çikolatadan yapılmış. Daha fazla açlığa dayanamayan iki kardeş tabaklardaki yiyeceğin tadına bakmaya karar vermişler. Birer parça yiyince şaşkınlıktan nerdeyse küçük dillerini yutacaklarmış. Ömürlerinde bu kadar tatlı bir şey yememişlermiş. Büyük bir iştahla yemeye devam etmişler. Nafile pasta ve çikolatalar hiç eksilmiyormuş. İki kardeş tıka basa karınlarını doyurmuşlar. Çok yorgun oldukları için güzel bir uykuya dalmışlar. Sabah uyanınca yine pasta ve çikolata ile karınlarını doyurmuşlar. Günler böyle geçip giderken çocukların aklına başka çocuklar gelmiş. Yoksul çocuklar hayatları boyunca hiç çikolata ve pasta yememiş çocuklar için paketler hazırlayıp yola çıkmışlar. Geldikleri ilk köye varıp tek tek evin kapılarını çalıp karşılarına çıkan çocuklara pasta ve çikolata vermişler. Bunları yiyen çocuklar. Çok mutlu olmuş. O günden sonra iki kardeş devamlı şatodan çikolata getirip dağıtmışlar. Ve dünyadaki çocukların mutluluğu için çalışmışlar. Dikkat edin çocuklar bu iki kardeş sizin kapınızı da bir gün çalıp size çikolata ve pasta verebilir.

Bayram YANDIM
YAĞIZOĞLAN VE OHHH
KELOĞLAN VE OHHH
 
Bir varmış. Bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde pireler berber iken, develer tellal iken ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken köyün birinde bir keloğlan ve annesi yaşarmış. Bir gün annesi yağız oğlana: yağız oğlum hadi ormandan biraz yiyecek bul gel diyecek olmuş. O da tamam aney deyip düşmüş yollara az gitmiş uz gitmiş altı ay gündüz altı ay gece gitmiş birde arkasına dönüp bakmış bir arpa boyu yol gitmiş. İyice yorulup terleyen keloğlan bir pınarın dibine varmış. Pınarın suları gürül gürül akıyormuş. Elini yüzünü yıkayan keloğlan kana kana pınarın suyundan içip bir kayanın üstüne oturmuş. Yorgunluğu biraz geçinde ohh diyecek olmuş. O saat karşısına bir dudağı yerde bir dudağı gökte bir dev çıkmış dumanlar içinden korkudan tir tir titreyen keloğlana derinlerden seslenmiş.
--Dile benden ne dilersen demiş. Keloğlan şaşkın ağzı bir karış açık vaziyette
--Hiç hiç sağlığınızdan başka ne dileyebilirim ki demiş. Bunun üzerine dev
--Olmaz öyle bir şey madem beni çağırdın bir dileğin olmalı demiş. Yağız oğlan emmi demiş karnım biraz aç bir kuru ekmek olsa karnımı doyururdum demiş. Bunun üzerine dev o saatte heybesinden bir sofra çıkarıp.
--Açıl sofram açıl demiş. Dev bunu der demez yere serdiği sofranın üstü bin bir çeşit yemekle dolmuş. Yağız oğlan bir güzel karnını doyurmuş. Deve teşekkür etmiş. Bunu gören dev
--Artık bu sofra senin ne zaman karnın acıkırsa açıl sofram açıl demen yeterli demiş. Yağız oğlan deve teşekkür etmiş dev giderken ne zaman başın sıkışsa ben buradayım bu kayanın tepesine otur ohh de ben hemen gelirim demiş ve kaybolmuş. Sofrayı bir güzel toplayan yağız oğlan onu sırtına vurmuş düşmüş yine yollara tepelerden yel gibi derelerden sel gibi giderek varmış evine. Annesi gözü yollarda oğlum gelse de yiyecek bir şeyler getirse de yesek diye beklermiş. Yağız oğlan kapıdan girmiş. Annesi bakmış yağız oğlanın eli boş sırtında boş bir sofra dayanamayıp sormuş
--A yağız oğlum evde yiyecek bir şey yok sen boş bir sofrayla eve gelmişsin. Boş sofra nemize gerek açlıktan karnım zil çalıyor demiş. Yağız oğlan
--Hele dur bir aney şimdi karnımızı doyururuz demiş. Bunu der demezde
--Açıl sofram açıl demiş sofrayı yere sermiş bir anda sofranın üstü çeşit çeşit yemeklerle dolmuş. Annesi şaşkınlık içinde kurulmuş sofraya. Anne oğul bir güzel karınlarını doyurmuşlar. Yemeklerini yedikten sonra annesi
--yağız  oğlum akşama konu komşuyu davet etsek de onlara bir ziyafet versek demiş. Yağız oğlan da
--Sen bilirsin aney demiş. Akşam olmuş komşular birer birer gelmişler. Komşuların hepsi gelince de yağız oğlan sofrayı yere sermiş ve
--Açıl susam açıl demiş. Sofra yemekle dolmuş hep birlikte yemeklerini yiyip karınlarını doyurmuşlar. Yemekten sonra yağız oğlan sofrayı bir kenara koymuş. Hoş sohbete başlamışlar. Vakit geç olunca komşular izin isteyip keloğlanın evinden gitmişler. Yalnız komşuların içinde köse diye kötü bir adam varmış. Ne yapıp ne edip keloğlanın sofrasını çalmaya karar vermiş. Yağız oğlan ile annesi uykuya dalınca evin ahırından yağız oğlanın evine girmiş. Ve sofrayı kendi evinden getirdiği sofra ile değiştirmiş. Sabah olmuş annesi ile yağız oğlan uyanıp kalkmışlar. Kahvaltı yapmak istemişler yağız oğlan hemen sofrayı sermiş yere seslenmiş
--Açıl susam açıl diye ama sofrada ses seda yok odanın duvarlarından ses gelmiş sofradan ses yok. Bir daha bir daha açıl susam açıl dese de yine sofrada bir şey yokmuş en sonunda yağız oğlan ve annesi sofranın çalındığını anlamışlar ve çok üzülmüşler. Yağız oğlanın aklına sofrayı veren değ gelmiş ve düşmüş yollara. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş varmış pınarın başına pınardan su içip yıkamış elini yüzünü sonra bir ohh çekmiş. O saat bir dudağı yerde bir dudağı gökte dev dumanlar içinden çıkıvermiş.
--Dile benden ne dilersen demiş. Yağız oğlan utana sıkıla anlatmış başına geleni dev dinlemiş yağız oğlanı ve
--Hele demiş sana birde tavuğumu vereyim demiş. Yağız oğlan tavuğu nedeyim diyecek olmuş o zaman dev tavuğu eline almış.
--Yumurtla tavuğum yumurtla demiş. Tavuk başlamış altın yumurtlamaya hem de ne altın çil çil altın yumurtlamış. Dev tavuğu verdikten sonra kaybolup gitmiş. Yağız oğlan almış tavuğu eline düşmüş yollara dere demeden tepe demeden varmış köyüne. Annesi beklerim dört gözle keloğlanın yolunu. Yağız oğlan evlerinin kapısından elinde bir tavuk ile görününce annesi
--A yağız oğlum geldin mi hani sofra diyecek olmuş. Yağız oğlan
--Hele dur bir aney biyo soluklanayım. Demiş. Sonrada tavuğa
--Yumurtla tavuğum yumurtla demiş. Hemen tavuk çil çil sarı altınlar yumurtlamaya başlamış yağız oğlanın annesinin gözleri fal taşı gibi açılmış. Altınlar birikince onları keselere doldurup saklamış. Böyle mutlu mesut yaşayıp giderlerken annesine yağız oğlan demiş ki:
--Aney komşuları çağır hele bir de bizim ne kadar zengin olduğumuzu görsünler. Demiş. Zenginliğin verdiği gurur yaşlı kadının aklını başını döndürmüş zaten o da kabul etmiş. Akşama komşular için yemek hazırlayıp davet etmişler. Komşular gelmiş tabi daha önce sofrayı çalan komşuda gelmiş. Bir güzel karınlarını doyurmuşlar yemek bittikten sonra annesi yağız oğlana:
--Hadi oğul getir şu tavuğumuzu da komşulara gösterelim demiş. O da:
--Tamam aney deyip gitmiş kümesten altın yumurtlayan tavuğu alıp getirmiş. Sonrada yağız oğlan
--Yumurtla tavuğum yumurtla demiş. Bunun üzerine tavuk çil çil altın yumurtlamaya başlamış. Komşuların gözleri çil çil altınları görünce şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmış. yağız oğlan her birine birer avuç altın vererek ne kadar cömert ve iyilik sever olduğunu göstermiş. Geç vakte kadar yenilip içilmiş sohbet edilmiş. Komşular birer birer çıkıp gitmişler. Yağız oğlan ve annesi de yataklarını serip yatmışlar. Sofrayı çalan kötü kalpli komşunun kıskançlığı yine tutmuş gözüne bir türlü uyku girmemiş. Ne yapıp edip o altın yumurtlayan tavuğa sahip olmalıyım diye düşünmüş. Hemen kümesinden kendi tavuğunu çıkarıp almış kucağına. Doğruca yağız oğlanın kümesine gidip altın yumurtlayan tavuğu alıp kendi tavuğu ile değiştirmiş. Sevinç içinde evinin yolunu tutmuş. Yağız oğlan ve annesi altın yumurtlayan tavuğun daha önce yumurtlamış olduğu altınları bozdurup yeni elbiseler çeşit çeşit yiyecekler alıp rahat içinde yaşıyorlarmış. Nihayet keselerindeki altınlar bitmiş. Bir gün annesi yağız oğlana oğul.
--Getir şu tavuğu da biraz altın yumurtlasın. Elde avuçta bir şey kalmadı demiş. Yağız oğlan da:
--Tamam aney demiş hemen kümese koşmuş kümesteki tavuğu kapıp gelmiş odanın ortasına
--Yumurtla tavuğum yumurtla bu söz odanın duvarlarında çınlamış ama tavuk nafile kılını bile kıpırdatmamış bir kez daha yumurtla tavuğum yumurtla yine olmamış. Yağız oğlan ve annesi olanları anlamış bu tavuk o altın yumurtlayan tavuk değil. Ama ellerinde gelen bir çare yok. Yağız oğlan düşmüş yine yollara az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş altı ay gece altı ay gündüz gitmiş tepelerden yel gibi derelerden sel gibi geçmiş varmış pınarın başına. Kana kana su içmiş elini yüzünü yıkamış. Oturmuş kayanın üstüne şöyle derinden bir ohhh çekmiş. Dumanlar içinden dev karşısında belirmiş.
--Buyur demiş. Beni çağırdın. Yağız oğlan başından geçenleri bir bir anlatmış. Dev şöyle bir başını kaşımış. Çıkınından bir sopa çıkarmış ve vur sopam vur demiş. O saat sopa yağız oğlanın başına vurmaya başlamış. O kadar şiddetli vuruyormuş ki yağız oğlan acıdan ne yapacağını bilememiş. Nihayet dev yağız oğlana acıyıp
--Dur sopam dur demiş. Sopa vurmayı bırakmış. Ama yağız oğlanın başından kanlar akıyormuş. İki gözü iki çeşme ağlıyormuş. Dev demiş ki al bu sopayı topla konum komşuyu konum komşu gelince vur sopam vur de demiş. Sopa sofrayı ve tavuğu kim aldıysa ona vurur. Kime vurursa suçunu kabul edinceye kadar vursun. Suçunu kabul edince de dur sopam dur dersin demiş. Yağız oğlan deve teşekkür etmiş. Dev yine dumanlar içinde kaybolmuş. Yağız oğlan alıp koymuş sopayı çıkınına düşmüş yine yola. Az gitmiş. Uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Varmış evine. Annesi bekler dört gözle yolunu yağız oğlan geldim aney demiş. Annesi sopayı görünce:
--yağız  oğlum bu sopa neyin nesi ne işimize yarar ki diyecek olmuş. Yağız oğlan:
--Hele aney sen bu akşamda komşuları bir daha çağır akşam yemeğine demiş. annesi tamam deyip çağırmış komşuları bir bir herkes vaktinde gelip kurulmuş sofraya Allah ne verdiyse yenilip içilmiş. Yemekten sonra sohbet edilmiş. Hal hatır sorulmuş. Nihayet yağız oğlan sopayı çıkarmış çıkınından
--Vur sopam vur demiş. Sopa sofrayı alan, tavuğu çalan komşuya vurmaya başlamış. Diğer komşular şaşırmışlar olanlara bir anlam verememişler. Nihayet iyice sopa yemekten bunalan komşu suçunu itiraf edip
--Ben çaldım tavuğu ve sofrayı diyince. Yağız oğlan da
--Dur sopam dur demiş. Sopa durmuş. Komşu iki gözü iki çeşme ağlayarak başından kanları akıtarak evinin yolunu tutmuş ve sofra ile tavuğu geri getirip yağız oğlana vermiş. Yağız oğlanda sofraya açıl sofram demiş sofra açılmış. Komşularla birlikte tekrar karınlarını doyurmuşlar. Sonra tavuğu getirip yumurtla tavuğum yumurtla demiş tavuk başlamış yumurtlamaya yağız oğlan komşulara birer avuç altın vermiş vakit geç olduğundan komşular izin isteyip gitmiş yaptıklarına pişman olan komşu bir daha kötülük yapmamış. Yağız oğlan ve annesi rahat bir şekilde yaşayıp gitmişler onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine gökten üç elma düştü kim bilir kimlerin başına
 
Bayram YANDIM
MİNİK SERÇE YAVRUSU
 
Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde kaf dağı ormanında bir serçe ailesi yaşarmış. Anaç serçenin yuvasındaki yumurtalar bir bir çatlamışlar, minik yavrular yumurtadan çıkmışlardı. Sadece bir yumurta çatlamamıştı. O yumurtadan çıkması gereken yavru sanki çıkmak istemezmiş gibi bekliyordu. Nihayet günler sonra o yumurtada çatladı ve nazlı yavruda yumurtadan çıkarak kardaşlerinin arasına katıldı. Anaç serçe geç doğan yavrusuna nazlı adını koydu. Nazlı en küçük yavru olduğu için bütün aile ona özel ilgi göstermeye başladı. Herşeyi ile özel olarak ilgileniliyordu. Bu yüzden Nazlı’da nazlandıkça nazlanıyordu. Nihayet yavru kuşların uçma vakti gelmişti. Bütün yavrular kanat çırpıp uçarken Nazlı uçmak istemiyordu. Ana baba serçe baktılar ki Nazlı yavru uçmak istemiyor. Onu yuvada bırakıp yiyecek toplamak için uçmaya karar verdiler. Nazlı yavruyada yuvadan ayrılmamasını tenbih ettiler. Yuvada yalnız kalan nazlı yavru meraklı gözlerle çevresine bakarken yaramaz bir çocuk elindeki sapan ile yuvaya bir taş atmazmı. Olacak bu ya o taş Nazlı yavruya isabet edip onun yere düşmesine sebep olmuştu. Sendeleyerek yere düşen nazlı yavru can havliyle bir çetlenbik avacının dalına konabilmişti. Bu davetsiz misafir karşısında şaşıran ve kızan çetlenbik: --Kimdir izinsiz benim dalıma konan diye gür ve korkunç sesiyle haykırmış --Benim diyebilmiş Nazlı serçe yavrusu yaralı bir serçe yavrusuyum. --Çabuk git dalımdan misafiri sevmem ben diye gürlemiş çitlenbik ağacı. Bu konuşmaları duyan selvi avacı dallarını eğivermiş serçe yavrusuna --Buyur nazlı serçe benim misafirim ol demiş -- Ah teşekkür ederim demiş serçe can havliyle selvinin dalına tırmanmış. Selvi bakmış ki minik serçe yaralı yanıbaşındaki çam ağacına seslenmiş. --Hey komşum çam ağacı dalımda nazlı ve minik bir serçe var hemde yaralı ben gidersem düşebilir. Sen git hekimbaşı zeytin ağacını çağır da şu minik serçenin yarasına bir baksın demiş. Bunu duyan çam ağacı koşar adım hemen gidip hekimbaşı zeytin ağacını getirmiş. Zeytin ağacı minik Serçenin yarasını kontrol edip kendi yaptığı merhemlerle yarayı temizleyip sarmış ve hergün yaranın poansumanı için gelmiş. Nihayet minik serçenin yarası iyi olmuş. Minik serçe de dostlarına teşekkür edip kanat çırparak ailesinin bulunduğu yuvaya uçup gitmiş. Yuvaya minik şerçenin döndüğünü gören ailesi sevinçten düğün bayram etmiş. Bu olaydan sonra bir daha ailesinden ayrılmamaya karar veren minik nazlı serçe ailesinden özür dilemiş. Ailesi de minik nazlı serçeyi affetmiş bundan sonra bütün aile mutlu ve mesut yaşayıp giştmiş. Bu olayı seyreden doğa ana minik serçeye yardım eden selvi çam ve zeytin ağaçlarının yapraklarını dökmeyerek onların her mevsim yemyeşil kalmalarını sağlamış onlarda doğa ananın koynunda mutlu ve mesut yaşayıp gitmiş bu masalımız da burada bitmiş biz çıkalım kerevetine gökten üç elma düşmüş kim bilir kimin başına…
Yazan:Bayram YANDIM
KURBAĞA PRENSES VE ODUNCU
 
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde pireler su taşırken delik bir testi içinde. Esti aklım düştüm yola az gittim uz gittim dere demeden tepe demeden düz gittim. Ardıma baktım bir arpa boyu yol gitmişim. Vardım Kafdağı ormanına bu ormanda yaşarmış fakir bir oduncu ormanın kıyısında küçük bir kulübesinde.
Günlerini ormandan odun toplayarak geçirir, topladığı odunları şehre iner satarak geçimini sağlarmış. Kazandığı parayla kıt kanat yaşarmış. Allaha şükredermiş. Yine bir gün erkenden kalkmış, yemeğini yemiş düşmüş yola. Dlmış ormanın derinliklerine. Oduncunun bir huyu varmış hep odunların en sağlamını en çıralısını seçermiş. Onun için ormanın en dip köşelerinde ararmış odunlarını. Oduncu odun ararken ormanın öyle bir köşesine gelmiş ki: Bu köşesinde ormanın bir göl varmış. Oduncu bu gölü daha önce hiç görmemiş. Gölde elinde oltasıyla ak sakallı bir dede balık tutmaktaymış oduncu onun yanına varmış. Selam vererek
--Rast gele dede demiş, ne yapıyorsunuz böyle dede hiç istifini bozmadan
--Kısmet topluyorum. Demiş oduncu bunun üzerine
--Dedeciğim ben yalnız ve yoksul bir oduncuyum benim içinde kısmet toplar mısın? Demiş ak sakallı dede de ya kısmet demiş ve oltasını gölün mavi sularından çekivermiş. Oltanın ucunda alacalı derisinin üstünde benek benek siğilleri olan çirkin bir kurbağa varmış. Dede oduncuya dönüp
--İşte senin kısmetin. Demiş. Oduncu şaşkın gözlerle kurbağaya bakmış bakmış sonra görelim tanrı neyler neylerse güzel eyler deyip oltanın ucundaki çirkin kurbağayı alıp ceketine bir güzel sarmış. Düşmüş yola az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş varmış ormanın kıyısındaki kulübesine. Bulmuş bir kutucuk. Özenle o kutucuğu yerleştirmiş çirkin kurbağayıYatmış uyumuş. Sabahleyin kalkınca bakmış ki: Evi tertemiz temizlenmiş. Mükellef bir sofra kurulmuş. Her şeyiyle hazır onu bekliyor. O kadar mükellef bir sofra imiş ki, bir kuş sütü eksikmiş. Oduncu elini yüzünü yıkayıp kurulmuş sofraya. Karnını bir güzel doyurmuş. Elini yüzünü bir güzel yıkamış. Sonra evi bir güzel aramış. Taramış. Evin içinde dışında kimseler yokmuş. Sofra evin ortasında kalmış. Almış sicimini eline. Düşmüş yola ormanın derinliklerine odun toplamaya. Seçe seçe odunları bir yük odunu akşama kadar zor toplamış. Yorgun argın yine kulübesinin yolunu tutmuş. Kulübenin bahçesine boşaltmış odunları.Kulübesine girmiş. Kulübeye girince şaşkınlığından gözleri fal taşı gibi açılmış. Kulübenin içi tertemiz temizlenmiş.Yemek bulaşıkları bir güzel yıkanmış. Yine mükellef bir sofra kurulmuş. Her şeyi hazır oduncuyu bekliyormuş. Oduncu elini yüzünü yıkayıp kurulmuş yine sofraya. Bir güzel karnını doyurmuş. Elini yüzünü yıkayıp oturmuş köşesine. Başlamış düşünmeye bütün bunları yapan kim diye. İn mi cin mi gökten mi indi yerden mi bitti bu evi tertemiz temizleyen bu güzel yemekleri yapan kimdir diye…
Zaten gün boyu ormanda odun toplamaktan iyice yorulan bedeni daha fazla dayanamayıp uyku çökmüş gözlerine. Kıvrılmış bir köşeye varmış uykuya. Sabah şehre gidecekmiş. Bir gün önceden ormandan toplamış olduğu odunları şehre götürüp satacak, kazandığı para ile yiyecek giyecek alacakmış. Erkenden uyanıp kalkmış. Bakmış birde ne görsün. Yine evin içi tertemiz temizlenmiş, her şey yerli yerine konmuş. Mükellef bir yemek sofrası hazırlanmış bekliyor. Oduncu yine kurulmuş sofraya bir güzel karnını doyurmuş. Düşmüş yola az gitmiş, uz gitmiş dere tepe düz gitmiş altı ay gece altı ay gündüz gitmiş varmış şehre. Satmış odunlarını istediği fiyata. Zaten oduncunun müşterileri beklermiş onun odunlarının yolunu. O gelir gelmez almışlar odunları. Vermişler oduncunun parasını. Oduncu pazardan alacaklarını alıp,yine düşmüş yollara. Az gitmiş uz gitmiş varmış ormandaki kulübesine. Kulübesinden içeriye girince yine gözlerine inanamamış. Kulübenin içi tertemiz temizlemiş. Yine mükellef bir sofra kurulmuş oduncuyu bekliyormuş. Oduncu olanlara bir anlam veremiyormuş. Yol yorgunu olduğu için elini yüzünü yıkayıp kurulmuş sofraya. Olanlardan iyice meraka kapılan oduncu ertesi gün odun toplamaya gitmeyip kulübesinin temizliğini yapan bulaşıkları yıkayıp yemekler yapanın kim olduğunu araştırmaya karar vermiş. Sabahleyin kalkınca yine kulübenin dip bucak temizlemiş olduğunu, yine mükellef bir kahvaltının hazırlanmış kendisini beklediğini görmüş. Yıkamış elini yüzünü kurulmuş sofraya doyurmuş bir güzel karnını içmiş çayını ve her zaman olduğu gibi çıkmış kulübenin dışına. Kulübenin arka pencereden başlamış kulübenin içini gözetlemeye. Az sonra çirkin kurbağanın içinde bulunduğu kutunun kapağı usulca açılmış. Kutunun içinden çıkan çirkin kurbağa o an da dünyalar güzeli bir prenses olmasın mı oduncu ne yapacağını bilmez bir şekilde izliyormuş olanları. Güzel prenses önce sofrayı kaldırmış, bulaşıkları bir güzel yıkamış. Sonrada yemek hazırlamaya başlamış. Bu sırada kulübeye giren oduncu prensesi elinden yakalamış. Oduncuyu karşısında gören prenses korkmuş. Oduncu
--Sen kimsin in misin cin misin yerden mi bittin gökten mi indin diye prensese sormuş. Bunun üzerine prenses cevap vermiş.
--Ben ne inim ne cinim senin gibi adem oğluyum ve senin kısmetinim demiş şaşkın oduncu olanlara bir anlam verememiş. Güzel prenses başlamış başından geçenleri anlatmaya.
Evet demiş güzel prenses ben senin kısmetinim. Hani beni ormandaki yaşlı dededen istemiştin oda gölden beni çekmişti. Bir zamanlar bende şimdiki gibi insandım. Bir padişahın kızıydım annem ölünce babam saraydaki cariyelerden biriyle eğlenmek zorunda kaldı. İlk zamanlar yeni annem bana çok iyi davrandı. Ama onun da bir kızı olunca hele bu kız çok çirkin olunca benim güzelliğimi kıskandı. Bu yüzden sarayın büyücüsüne büyü yaptırıp ormandaki göle beni attırdı. Beni çirkin bir kurbağaya çevirdi. Bu büyü ancak beni bir kısmet dileyen olursa bozulacaktı. Onu da sen yaptın kısmetçi dededen beni diledin ben senin sayende tekrar insan oldum demiş. Bu günden sonra senin kısmetin benim demiş. Bunun üzerine oduncu prensesle evlenmiş mutlu bir şekilde yaşamaya başlamışlar. Bu arada sarayda kızının kaybolmasına çok kızan padişah kötü kalpli cariyeyi boşamış ve onu saraydan kovmuş. Gel zaman git zaman güzel prenses babasını çok özlemiş ve bunu kocasına söylemiş. Bunun üzerine oduncu ve prenses saraya gitmeye karar vermişler. Saraya varınca padişahın huzuruna çıkmışlar. Bir anda yıllardır görmediği kızını karşısında gören padişah sevinçten ne yapacağını bilememiş hemen kazanlar dolusu yemekler pişirtip davetler verdirmiş. Sarayda bayram ilan ettirip bir güzel prensesin dönüşünü kutlatmış. Oduncu damadını da pek sevmiş. Zaten iyice yaşlandığı içinde tahtını damadı oduncuya bırakarak köşesine çekilmiş. Oduncu da padişah olunca ülkesini adil bir şekilde yönetmiş. Oduncu ve prensesin boy boy çocukları olmuş uzun yıllar mutlu bir şekilde yaşayıp gitmişler onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine gökten üç elma düştü kim bilir kimin başına
 
Bayram YANDIM
 
SÜSLÜ TAVUS KUŞU
Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer cirit oynarmış kaf dağı ormanının içinde yeşilden mi yeşil ağaçları olan ırmaklarından billur sular akan kaf dağı ormanında kendini beğenmiş bir kuğu yaşarmış sabah kalktığında alımlı tüylü kanatlarını gererek seslenirmiş tüm ormana
--Hey benden güzeli var mı yaşar mı bu ormanda diye
Orman halkı aldırmazmış bu sese. Bakarmış işine gücüne. Tavus kuşuna göre en güzel o en güzel ses onda yine en güçlü ve en akıllısı o imiş ormanda. Kaf dağı ormanında bütün hayvanlar erkenden kalkar işlerine koşarmış. Arılar bal yapmak için çiçek çiçek dolaşırmış. Karınca kış hazırlığı için devamlı yiyecek taşırmış yuvasına. Ağaçkakan yaparmış yuvasını bütün kuşların. En son uyanır tavus kuşu süslü süslü gerinip kanatlarını açar geçermiş ayna karşısına
--Ayna ayna söyle bana benden güzeli var mı dermiş. Ayna susar yutkunur yok dese bir türlü var dese başka türlü. Var dese bir daha yüzüne bakmazmış aynanın tavus kuşu. Ormanda herkes tavus kuşunun bu davranışından rahatsız olur ama ses çıkarmazmış. İşine gücüne bakarmış. Tavus kuşu hep kendini beğenir kimseyle konuşmaz kimseye ziyarete gitmez. Ormanda kim hasta kim ölmüş hiç ilgilenmezmiş. Kendi dünyasında renk renk tüyleriyle hayaller içinde yaşayıp gidermiş. Etrafında ne bulursa yer derelerden suyunu içermiş. Bu yüzden kimseye muhtaç değilmiş. Günler böyle gelip geçerken bir gün tavus kuşu hasta olmuş yuvasından çıkamaz olmuş. Aç susuz günlerce yatmış kimsenin haberi olmadığından ziyaretine kimse gelmemiş. Tavus kuşu yalnızlığın ne kadar acı bir duygu olduğunu anlamış o gün karar vermiş bir daha kendini beğenmeyecek hiçbir canlıyı hor görmeyecekmiş. Ormanda hayvanlar işlerine güçlerine bakarken birkaç gündür tavus kuşunun görülmediğini anlamışlar ve tavus kuşunun başına neler geldiğini araştırmaya karar vermişler. Bu iş için sincap a görev vermişler tamam demiş sincap ağaçların dalları arasında dolaşarak ulaşmış tavus kuşunun yuvasına bir de bakmış ne görsün o kendini beğenmiş tavus kuşu yorgan döşek yatmıyor muymuş . Bunu gören sincap yine geldiği yollardan giderek ormandaki diğer hayvanların yanına varmış ve tavus
Kuşunun başına gelenleri bir bir anlatmış. Ormandaki hayvanlar bu duruma çok üzülmüşler hemen işlerini güçlerini bırakıp ne yapmaların gerektiğini konuşmak için toplanmışlar. İçlerinde en bilge olan baykuşa sorup onun önerisini dinlemeye karar vermişler. Baykuş teşekkür ederek başlamış konuşmasına demiş ki:
n     Evet hatalıydı tavus kuşu kendini beğenmekle ama o da bizim orman ailesinin bir parçası onu bu durumda yalnız bırakamayız demiş. Bu arada söz alan tilki:
n     Yok bize selam bile vermezdi, şimdi biz niye ona yardım edelim ki demiş. Sincap gördüğüm kadarıyla çok üzgün ve pişmandı demiş yine söz alan baykuş:
n     Arkadaşlar biz ona bir şans daha verelim bir iyilik yapalım atalarımızın dediği gibi “atalım denize balığı balık bilmezse halık bilir” demiş. Bunun üzerine ormandan topladıkları yiyeceklerle birlikte doğruca tavus kuşunun evinin yolunu tutmuşlar. Onu yorgunluktan bitkin halde bulmuşlar. Bir anda ormandaki bütün hayvanları karşısında gören tavus kuşu sevincinden ne yapacağını bilememiş ve hepsinden yaptıkları için teker teker özür dilemiş. Arkadaşlarının getirmiş olduğu yiyeceklerden yiyip karnını doyuran tavus kuşu çabucak iyileşip yine eski sağlığına kavuşmuş. O günden sonra bir daha kendini beğenmemiş ve herkesin yardımına koşarak mutlu bir şekilde yaşamaya devam etmiş. Kaf dağı ormanında neşeli şarkılar türküler yine söylenir olmuş neyse biz çıkalım kerevetine bakalım bir dahaki masal kim bilir kimin başına…
 
Bayram YANDIM
inci
Hava henüz akaca karanlıktı. Sabahın serinliğinde beyaz renkli bir sis bulutu ormandan kırlara doğru yol alıyordu. Kırların üstünden hızla geçerek bir köyün üstünde ince taneler halinde yer yüzüne düşüverdiler her biri bir çiğ damlası olarak.
Birden kadife bir tül misali yapraklarına soğuk bir şeyin düşmesi gül yaprağının uyanmasına yetti de arttı bile. Hafifçe titredi silkelenmek istedi. Sıkıca gül yaprağına tutunan çiğ damlası
--Hey ne yapıyorsun misafir sevmez misin sen dedi. Gül yaprağı
--Severim sevmesine de çok soğuk bir şeysin sen dedi. Çiğ damlası
--Daha bu bir şey mi hele sen beni kışın gör beyaz buzdan halimle. Hele bir dolu olursam o zaman deler geçerim her şeyi dedi. Gül yaprağı
--Demek ki en zararsız haliniz bu dedi davetsiz misafirine. O da
--Öyle dedi.
O sabah güneş yeni doğmuş taze ışıklarını dünyaya sevinçle gönderiyordu. Gül yaprağının ucuna konaklamış çiğ damlası gözlerini ovuşturarak  uyandı.
-- Oh be ne güzel bir gün mis gibi bir hava dedi
-- Gül yaprağı o kadar sevinme dedi
--Niyeymiş niyeymiş diye itiraz etti çiğ damlası gül yaprağına gül yaprağı
-- Biraz sonra görürsün dedi. Gerçekten zaman geçtikçe güneş yükseliyor. Güneş yükseldikçe hava iyice ısınıyordu. Gül yaprağının üstünde iyice terleyen çiğ damlası büzülüp kalmıştı.
-- Haklısınız galiba dedi sessizce gül yaprağına, o da
-- Bu mevsimde buraları böyledir güneş ışınları acımasızdır. Sanırım birazdan gitmek zorunda kalacaksınız dedi.
-- Evet diyebildi sadece çiğ damlası göstermiş olduğun konukseverlilik için çok teşekkür diyecekti. Sesi çıkmadı bir anda kendini yükseklerde buldu. Uçuyordu sanki bahçeler, tarlalar hatta ağaçlar ayaklarının altında kalmıştı. Kendisi gibi arkadaşlarıyla beraber küçük bir bulutçuk oluşturup mavi gökyüzünde dolaşmaya başladılar. Bulutçuk gittikçe yükseliyor. Yükseldikçe kocaman kara bir yağmur bulutu oluyordu.. yol üstünde küme küme geçen kuşları selamlayıp hızla yanlarından geçtiler. Üstünde yazlık elbiseleri olduğu için titremeye başlamıştı. Arkadaşlarından biri ona fazla hırkasını vererek ısınmasını sağladı. Ama nafile hava gittikçe soğuyordu. Bulut rüzgarın peşinde yükselip gidiyordu. Nihayet engin denizin üstüne geldiler.Bu arada çok soğuk bir bölgede başka bir bulutla karşılaşıp çarpıştılar. Bu çarpışma ile bulut bütün yağmur damlalarını boşaltıverdi mavi denizin dalgaları üstüne…
Bu sırada yavru bir istiridye açmış kanatlarını bekliyordu. Bir anda kapısından içeri yağmur damlası giriverdi. Bu beklenen misafirin gelmesiyle kanatlarını özenle kapatan istiridye mutluluktan uçuyordu. Hayatında ilk kez bir incisi olmuştu. Onu özenle büyütüp özenle besleyecekti. Yağmur damlasına bir yavru özeniyle sahip çıkarak ona evinin en güzel yerine yerleştirdi. Yağmur damlası da bu ilgiden çok mutlu olmuştu. Zaman hızla geçip gidiyor. Alımlı bir inci tanesi olan yağmur damlası hızla gelişip büyüyordu…
Kentin fakir semtlerinden birinde tek katlı ahşap bir evde küçük bir kız derin uykusunda tatlı bir rüya görüyordu. Bu kız bu yıl ilkokula başlayacaktı. Rüyasında temiz ve güzel okul önlüğü içinde sırtında resimlerle bezenmiş okul çantası, çantanın içinde bol resimli kitaplar, renk renk boya kalemleri öğretmenler öğrenciler okul o kadar eğlenceliydi. Görmüş olduğu düşten annesinin tatlı sesi uyandırdı onu.
--Ayşe kalk yavrum hadi bak kahvaltı saati geldi. Ayşe görmüş olduğu tatlı düşün mahmurluğu ile gözlerini ovuşturup
--Tamam anne dedi. Hemen lavaboya gidip ellerini ve yüzlerini bir güzel yıkadı. Sofrada babası ve kardeşi Ali onu bekliyorlardı.
--Günaydın babacığım günaydın ağabeyciğim diyerek sofraya oturdu. Onlarda günaydın diyerek neşeli bir kahvaltıya başladılar. Ayşe annesinin kızartmış olduğu taze ekmeklerden ve haşlanmış yumurtadan çay ile birlikte yiyerek güne başlamıştı. Bu arada gece görmüş olduğu rüya aklına geldi. Ve heyecan içinde sordu.
--Ben bu yıl okula başlayacağım değimli? Bu beklenmedik soru için anne ve baba birbirlerinin yüzüne baktılar ilk konuşan anne oldu.
--Tabi yavrum bu yıl okula gideceksin
--Bana çanta da alacaksınız değimli? Anne rüyamda önlüğümün içinde okula gitmişim sırtımda resimli okul çantam çantamda resimli kitaplarım defterlerim ve renk renk boya kalemlerim vardı bana bunları alacaksınız değimli biliyorsunuz ben resim yapmayı çok seviyorum dedi. Anne elbette alacağız kızım baban sana istediğinden de güzelini alacak değimli babası dedi. Bu konuşmaları sessizce dinleyen Ali benimde önlüğüm eskidi. Yine bana da kitap defter alınacak dedi. baba
-- Alacağız oğlum elbette alacağız hele bir o zaman gelsin de dedi. Çocuklar sevinçle bahçeye oynamaya giderken karı koca ilgiyle onların arkasından bakıyorlardı. Önce Ahmet konuştu.
--İnci avına çıkmalıyım, yoksa okullar açılınca ne yaparız çocukların ihtiyaçlarını nasıl alırız dedi karısı
--Ama bu av yolculuğu çok tehlikeli dedi. Ahmet
--Tehlikeli de olsa gitmeliyim gitmezsem babalığım nerde kalacak hemen limana gidip ava çıkacak bir gemi bulmalıyım dedi. Hanımı
--Sen bilirsin bey Allah kazadan beladan korusun seni bana ve ailene bağışlasın dedi
Ahmet sakin adımlarla karşıda büyüklü küçüklü gemilerin bulunduğu limana doğru yürüdü. Bu sırada keskin düdüğü ile kocaman bir yük gemisi denizi yararak limandan ilerliyordu. Geminin güvertesinde gemi işçileri merakla kıyıları seyrediyordu. Beyaz renkli uzun kanatlı martılar limanın üstünde kanatlarını gererek uçuyorlar ara sıra denize inip avladıkları avlarını afiyetle midelerine indiriyorlardı. Nihayet limana gelen Ahmet yakında inci avına çıkacak bir gemi aramaya başladı. Karşıdan dağınık saçlarıyla eski bir gemi kaptanı olan hasan kaptan gelmekteydi. Ahmet Hasan kaptanı görünce
--merhaba kaptan nasılsın dedi Hasan kaptan Ahmet’i görünce sevinçle
--O Ahmet sen miydin nerelerdeydin uzun zamandır görmedim seni buralarda diye takıldı. Ahmet de
--Buralardaydım ama pek limana uğrayamadım dedi. Hasan kaptan
--Peki şimdi dedi Ahmet’ de
--Şimdi okullar açılacak çocuklar okula gidecek elde yok avuçta yok inci avına çıkıp para kazanmak istiyorum yakında ava çıkacak gemi var mı dersin. Hasan kaptan şöyle elini şakağına götürdü gözlerini bir noktaya dikti. Sonra sevinçle
--Evet evet var hemen yarın Hızır kaptan inci avı için sefere çıkacak dün konuştuk yarın için hazırlık yapıyor. Onu koca reisin lokantasında bulabilirsin sanırım adama da ihtiyacı vardır dedi. Ahmet teşekkür ederek oradan ayrılıp Koca reisin lokantasının yolunu tuttu. Lokantaya varınca orda Hızır kaptanı gördü. Hasan kaptan haklıydı. Selamlaşmadan ve hoşbeşten sonra Hızır kaptana
--Kaptan ava çıkıyormuşsunuz beni de alır mısınız sefere dedi. Hızır kaptan daha önce Ahmet’le ava çıkmış onun çalışkan biri olduğunu biliyordu. Bu yüzden
--Elbette Ahmet niye olmasın senin gibi çalışkan inci avcısını nerden bulurum elbette senide alırız git hemen hazırlığını yap dedi. Hızır kaptanın yanından ayrılan Ahmet hızlı adımlarla limandan ayrılıp limanın ilersindeki beyaz badem ağaçlı yoldan evinin bulunduğu mahalleye geldi. Evinin bahçe kapısını açarak bahçeye girdi. Bahçede renk renk çeşit çeşit çiçekler çevreye kokular saçıyor. İnsana huzur veriyordu. Doğruca eve giren Ahmet hanımını mutfakta öğle için yemek hazırlarken buldu. Çocuklar oyundan henüz dönmemişti. Ahmet hanımına
--Müjde hanım yarın ava çıkıyoruz Allah yardım ederse sıkıntılardan kurtulup rahata erecek parayı kazanacağız dedi. Hanımı
--İnşallah bey inşallah ama önce sen sağ salim geri dön dedi. Ahmet hemen hazırlıklara başladı vakit kaybetmemeliydi. Sabah erkenden limana gidip gemiye binmeliydi. Az sonra gülüşmeler ve bağrışmalar arasında çocuklar bahçe kapısında göründüler. Öğle yemeği de zaten hazırdı. Çocuklar önce ellerini yüzlerini yıkayıp geldiler. Evin bahçesine kurulan yemek masasına el birliği ile kuruldular sofraya. İştahla yemeklerini yediler. Yemekten sonra eler yıkandı kurulandı Ahmet yine hazırlığına devam etti. Ali bunu fark edince annesine
--Hayırdır anne babam niye hazırlık yapıyor dedi. O da
--Ava çıkacak yarın inci avına çıkacak bir gemiyle dedi. Ali
--Bende büyüyünce babam gibi inci avcısı olacağım dedi. Annesi.
--Hayır sen okuyup büyük adam olacaksın dedi. Ali bu konuşmadan sonra odasına çekilip kitap rafından aldığı bir kitabı okumaya başladı. Annesi de babasının hazırlıklarına yardım ediyordu. Küçük Ayşe ise salonda bebeği ile oynuyordu. Saatler nasıl geçti akşam yemeği nasıl yendi anlaşılmadan yatma saati gelmişti. Sabah erkenden av için limana gidecek Ahmet tüm hazırlığını yapmış saba erken kalkmak için yatağına yatmıştı. Günün vermiş olduğu yorgunluk ve telaş hemen uyumasını sağlamış ve böylece deliksiz bir uykuya dalmıştı. Ahmet uykusunda güzel bir rüya görüyordu. Rüyasında arkadaşları ile birlikte denizin dibine dalmış. İnci arıyordu. Bir çok istiridye kabuğunun içinde duruyordu. Ahmet onların kapaklarını açıyor, ama kabukların hemen hemen hepsi boş çıkıyordu. Nihayet bir istiridye kabuğunu açınca orda ışıl ışıl bir parlak inci gördü. Ahmet’ten sonra yatan hanımı da kendini rüyasında bir sahilde kocasını beklerken görüyordu. Gemiler geliyor sahile limana yanaşıyorlar o da yolcuların arasında kocası Ahmet’i arıyordu. Nihayet Ahmet bir gemiden iniyor. Güzel gemici elbiseleri arasında elinde parlak bir şey vardı. O sabah erkenden kalkan Ahmet eşinin hazırlamış olduğu demli çayı içti, kahvaltısını yapıp yola koyuldu. Eşi de onu limandan yolcu edecekti. Zaten denizci karısı olmanın kaderi buydu. Çocuklar henüz uykularındaydı. Serin ve puslu bir hava vardı güneş henüz doğmamıştı. Sabahın alaca karanlığında gemide sefere çıkmanın telaşı ve heyecanı vardı. Hızır kaptan tayfalara sürekli emirler yağdırıyordu. Gemiye lazım olan malzemeler yükleniyor. Bunlar kaptan tarafından sürekli kontrol ediliyordu. Nihayet gemiye malzeme yükleme işi bitince demir alma vakti gelmişti. Ahmet eşiyle vedalaşıp bindi gemiye. Gemi hareket edinceye kadar bekledi eşi. Gemi hareket edince el sallayıp limandan ayrıldı. Ara sıra mavi suların üstünde süzülerek giden gemiye bakıyordu. Ahmet ise güverteden limanın kenarındaki yolda gittikçe küçülen eşine bakıyordu. Mavi bir atlasa benzeyen denizin dalgalarını yararak ilerliyordu gemi. Zaman zaman kalın sesli düdüğünü öttürmekten geri durmuyordu. Ufukta gittikçe kaybolan gemiye son kez baktı. Genç kadın ve şöyle aklından geçirdi. İnşallah sağ salim dönerler. Limandan hızla uzaklaşan gemi pırıl pırıl yakamozların arasında sakin bir havada yolculuğuna devam ediyordu. Gemicilerin heyemola sesleri etrafa neşeler saçıyor. Yolculuk oldukça keyifli geçiyordu. Günler sonra açık denizde inci avının yapılacağı yere gelmişti gemi. Avcılar dalış için dalgıç elbiselerini giyip kendilerini bıraktılar mavi sulara. Tabi Ahmet’ e de sıra gelince o da inci avı için daldı engin maviliklere. Denizin dibi çeşit çeşit irili ufaklı balıklarla doluydu. Her biri Ahmet’in yanından hızla geçiyordu. Ama onların hiç biri Ahmet’i ilgilendirmiyordu. O sadece istiridyelerle ilgileniyordu. Hiç durmadan dalgıç elbiseleri içinde denizin dibinde dolaşıp durdu. Saatler birbirini kovalamış Ahmet bir tek inci bile bulamamıştı. O günlük vakit dolmuş Ahmet’te gemiye çıkmıştı. Tabi Ahmet’in inci kesesi bomboştu. Arkadaşları irili ufaklı bir çok inci çıkarmışlardı. Ama sans bu ya Ahmet eli boş dönmüştü. Bu dalıştan.
Denizin en dip köşesinde yaşayan istiridye içinde taşıdığı ilk incisi olan yavrusunu özenle korumak için kimsenin ulaşıp bulamayacağı bir köşede saklamaya çalışıyordu. Genellikle geceleri ortaya çıkıyordu. Gündüzleri ise bir kayanın ardına gizleniyordu. Hele bu av mevsiminde ortaya hiç çıkmıyordu. Çünkü kanatlarının arasında taşıdığı pembe renkli incisini çok seviyor. Ondan ayrılmak istemiyordu. Ahmet sansızlığına mı yansın yoksa para kazanamayacağına mı arkadaşları her gün üçer beşer inci çıkarırken o bir tek inci bile bulamamıştı. Her gün sabırla arkadaşlarıyla birlikte dalıyor fakat sansına bir dolu istiridye bulamıyordu. Açtığı bütün istiridyeler boştu. Nerdeyse av bitmek üzereydi. Ama Ahmet’in inci torbası bom boştu. Nihayet avın son günü gelip çattı. Ahmet o günde herkesle birlikte daldı engin sulara artık tam umudunu kesmişken bir istiridyenin yosunların arasında kanatlarını görür gibi oldu hızla oraya yöneldi. Gerçekten hayal görmüyordu. İstiridye ordaydı hemen eline alıp kanatlarını açtı. İstiridyenin içinde pembe renkli bir inci ışıl ışıl parlıyordu. Ahmet inciyi özenle alıp torbasına koydu. Ahmet o gün başka inci bulamadan gemiye döndü. Gemide inciyi gören arkadaşları pembe renkli inciyi çok beğendiler. O güne kadar böyle parlak ve göz kamaştırıcı inciyi kimse görmemişti. Bütün av boyunca yalnız bir inci bulan Ahmet bu güne kadar kimsenin bulamadığı inciyi bulmuştu. Nihayet av sona ermiş gemi dönmek için demir almıştı. Ahmet’in bulmuş olduğu inci o av için birinci seçilmişti. Ahmet inciden çok para kazanmayı umarak gelecekle ilgili tatlı hayaller kurmaya başlamıştı. Nazlı gemi engin sularda beyaz köpükler saçarak yol alıyordu. Rüzgar geminin işini kolaylaştırırcasına esiyor yelkenler iyice şişmiş bir halde gemi hızla ilerliyordu. Günler geceleri kovaladı ve yolculuğun sonuna gelindi…
Günlerce özenle büyütüp koruduğu inciden ayrılmak çok üzmüştü istiridyeyi. O üzüntüyle zaten inci avcısı tarafından açılan kanatları yara bere içindeydi. Bu halde acılarıyla baş başa dolaşıp durdu engin denizin diplerinde…
Ahmet’in karısı her gün limana yakın bir tepeden denize bakar kocasının avdan dönüp dönmediğini çocuklarla beraber bu tepeden izlerdi. Ali ve Ayşe’de annelerine eşlik edip babalarının avdan dönmesinin yolunu gözlerlerdi. Güneş batmaya yüz tutmuş ufukta kızıla çalan bir grup oluşmuştu. Anneleri çocuklara
--Bu gün geç oldu zaten ufukta gemi filan yok artık gelmezler. Hadi gidelim dediyse de; Ali o zaman
--Siz gidin anne ben biraz daha beklemek istiyorum dedi. İçinde bir his babasının bu gün geleceğini söylüyordu. Ali akşam güneşin batması ile oluşan kızıl grubun oluşturmuş olduğu yakamozlara dalmıştı. Yakamozlar dalgaların arasında bir ışık huzmesi olmuş göz kamaştırıyorlardı. Böylece ne kadar zaman geçti bilinmez bir gemi düdüğü Ali’nin kendisine gelmesini sağladı. Bir anda kendine gelen ali uzaklardan bir gemi sülyetinin limana doğru geldiğini gördü. İçinde bir ses ona baban bu gemide diyordu. Hızla limana koşan Ali yanılmamıştı. Bu gemi babasının da içinde bulunduğu avcı gemisinden başkası değildi.  Ali heyecan içinde limanda, geminin limana yanaşmasını bekliyordu. Limanda irili ufaklı bir çok gemi vardı. Bunların birazı büyük ticaret gemisi birazı da küçük balıkçı tekneleriydi. Nihayet avdan dönen gemi limana yanaştı. Ahmet bir ara limanda oğlunu görmüş, onun heyecan içinde kendisini beklediğini anlamıştı. Herkes gibi Ahmet’te geminin limana yanaşması için yapılan çalışmaya katılmıştı. Gemi sorunsuz olarak limana yanaşmıştı. Artık inci avcıları için incilerinin alıcılar tarafından satın alınmaları gerekiyordu. İşin en heyecanlı yanı buydu. Günlerdir denizde bu an için çalışan denizciler artık emeklerinin karşılığını almalıydılar. Gerçi Ahmet tek bir inci bulmuştu ama. Onun bulduğu inci diğer incilerden daha parlak ve daha ihtişamlıydı. İnciler müzayede de açık artırma yoluyla tüccarlar tarafından satın alınıyordu. Özellikle kuyumcular bu incileri alıp işliyor ve mücefer haline getiriyorlardı. Müzayede salonunda toplanan kuyumcular inci avcılarını merakla bekliyorlardı. Bütün avcılar keselerindeki incileri çıkarıp ortaya koydular. Ahmet’te kesesinden incisini çıkarıp masanın üstüne koydu. İnci o kadar güzel ve parlaktı ki herkesin dikkatini çekiyordu. Açık artırma başlarken ilk olarak Ahmet’in incisini satışa sundular. Bu arada Ali babasının yanına gelmiş heyecan içinde müzayedeyi izlemeye başlamıştı. İnciyi bütün tüccarlar sahip olmak istiyordu. Onun için incinin fiyatı katlanarak yükseliyordu. Ahmet ve Ali heyecan ve sevinçle bekliyor, kazanacakları parayla tatlı hayaller kuruyorlardı. Nihayet inci o güne kadar hiç görülmemiş bir bedelle satıldı. Tüccar parasını ödeyerek inciyi satın aldı. Ahmet ve Ali’nin neşesine diyecek yoktu. Ellerine gerçekten çok para geçmişti. Artık her şeyi alabilirlerdi. Doğruca evlerinin yolunu tuttular. Mevsimin akşam serinliğinde ağaçlı bahçelerin arasından hızla geçip evlerine vardılar. Çevrede insanlar bahçelerine kurdukları masalarda akşam yemeklerini yemekteydiler. Ali’nin gecikmesinden endişelenen Meryem Ayşe ile birlikte bahçe kapsında bekliyorlardı. Karşıdan Ahmet ve Ali’nin geldiğini görünce Ayşe hızla onlara doğru koşup babasının kucağına atladı.  Hasretle kızını kucağına alan Ahmet bütün yorgunluğunu unutmuştu. Bu manzarayı seyreden Meryem’in bütün endişeleri silinmiş sevinçten gözleri yaşarmıştı. Hep birlikte evlerine girdiler. Zaten hazır olan akşam yemeği için bahçede masa hazırlayıp yediler. Bütün aile çok mutluydu.
Hasan evine dönerken çok mutluydu. Çünkü şu ana kadar görmüş olduğu en güzel ve en parlak inciyi satın almıştı. Gerçi çok para vermişti. Ama olsun en güzelini o satın almıştı. Hemen o gece atölyesinin yolunu tuttu. İnciyi kesesinden çıkarıp hayran hayran baktı. Sonra el beziyle temizledi. Baktı inci şimdi daha parlaktı. Sonra onu işlemeye başladı saatler saatleri kovaladı. Vakit sabaha yakın işini bitirdi. Yorgun argın evinin yolunu tuttu. Yatağına yatıp biraz uyudu. Her zamanki kalkma vaktinde kalkıp kahvaltısını yaptı. Kahvaltıdan sonra incisini alarak sarraflar çarşısında ki dükkanının yolunu tuttu. Anahtarıyla dükkanın kapısını açtı. Bir bez ile masaların üstünü vitrinleri sildi. Sonra özenle mücevheratlarını silerek yerleştirmeye başladı. En son sıra inciden yaptığı gerdanlığa gelmişti. Onu da silip yerine koydu. İncili gerdanlık dükkandaki bütün mücevherlerden de daha fazla parlıyordu. İçi mutlulukla doldu…
Dükkanın ününden iki çocuk gidiyordu. Sırtlarında içlerinde renk renk boya kalemleri bol resimli kitaplar ve defterler olan resimli çantalarıyla iki çocuk neşeli bir şekilde geçiyorlardı. O sırada vitrindeki inci görevini yapmanın huzuruyla parlıyordu.
Yazan :Bayram YANDIM
 
KIRMIZI ELBİSELİ PERİ
 
Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde pireler saklanbaç oynarken eski hamam içinde doğa ananın koynunda mutlu bir peri yaşarmış. Bu peri kırmızı elbise giydiği için ona kırmızı elbiseli peri derlermiş. görevi mutluluk dağıtmakmış. Bütün günlerini kaf dağı ormanında elindeki asası ile kurt demeden kuş demeden bitki demeden çiçek demeden dokunarak onların mutlu olmalarını sağlayarak geçirirmiş. Onun asasının dokunduğu canlı bütün dertlerini unutur gülüp oynar mutluluk şarkıları söylermiş. Kırmızı elbiseli peri bir gün ağustos böceğine rast gelmiş ve elindeki asası ile ona dokunmuş. Asa ağustos böceğine değer değmez ağustos böceği başlamış çalıp söylemeye. Mutluluktan uçar olmuş; yine kırmızı elbiseli peri bir bal arısına dokunmuş asası ile bu günden sonra balarısının balı daha tatlı olmuş bu baldan yiyen canlılar hep mutlu olup mutlu yaşamışlar. Kırmızı elbiseli peri durmadan dinlenmeden kaf dağı ormanında dolaşarak mutluluk dağıtırmış. Bu yüzden kaf dağı ormanında mutluluk şarkıları söylenir canlılar güler oynarmış. Bu durum çok hoşmuş güzelmiş ama kötü yürekli cadının hiç hoşuna gitmezmiş. Hem de kırmızı elbiseli periyi çok kıskanırmış. Bu kıskançlık o kadarmış ki kötü yürekli cadı kırmızı elbiseli periye büyü yaptırmaya karar vermiş. Düşmüş yola az gitmiş uz gitmiş altı ay gece altı ay gündüz gitmiş dönüp arkasına birde bakmış ki bir arpa boyu yol gitmiş neyse kaf dağındaki büyücünün evine varmış. Ona yalvarmış yakarmış ve kırmızı elbiseli peri için ondan bir sihir yapmasını istemiş. Böylece kırmızı elbiseli perinin bütün hünerleri yok olacak ve kaf dağı ormanındaki mutluluk son bulacakmış. İşin kötüsü büyücü de kötü kalpli imiş kötü cadıya uyup ona içinde kara toz bulunan sihirli bir şişe vermiş. Al bunu demiş çık yüksek bir ağaca bekle ne zaman kırmızı elbiseli peri o ağacın altından geçerse bu şişedeki tozu boşalt üstüne o saat kırmızılı elbiseli perinin ne hüneri kalır nede sihiri kaf dağı ormanında da ne iyilik kalır ne de mutluluk demiş. Şişeyi alıp koynuna koyan kötü cadı düşmüş yine yollara az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş altı ay gece altı ay gündüz gitmiş. Varmış kırmızı elbiseli perinin dolaştığı kırlara çıkmış yüksek dallı kavak ağacının tepesine başlamış beklemeye. Nihayet iyilik dağıtmakta olan peri tam kavak ağacına dokunacakmış ki kavak ağacındaki kötü cadı boşaltıvermiş şişesindeki kötülük tozunu o saat kaf dağı yasa bürünmüş sihirin etkisi ile ne mutluluk kalmış ne de neşe bizim kırmızı elbiseli peride olmuş küçücük bir böcek kırmızı kabuğunun üstünde siyah lekeleri ile o günden sonra bekler olmuş büyü bozulsun da kaf dağına mutluluk gelsin diye Allahtan umut kesilmez bakarsınız büyü bozulur da bizim böcek yeniden peri olup elindeki asası ile mutluluk dağıtır. Hani bahar aylarında elimize konan uğur böceği var ya aslında bu böcek kırmızı elbiseli periden başkası değil. Neyse biz çıkalım kerevetine gökten üç elma düştü biri kötü cadının başına biri büyücünün başına üçüncüsü de inşallah düşer uğur böceğinin başına da bu büyüden kurtulur.
 
Yazan: Bayram YANDIM
 
KELOĞLAN İLE DOST YILAN



 
 
Bir Varmış Bir Yokmuş Oyunlar Çokmuş Çocuklar Bol Bol Oyun Oynar Büyükler İşlerini Yaparmış Ben Diyeyim Yüz Yıl Siz Diyin Bin Yıl Önce Sultan Palamut Zamanında Memleketin Birinde Bir Keloğlan İle Annesi Yaşarmış Keloğlan Aylak Aylak Gezerken Annesi Dağdan Bayırdan Ot Toplar Yemek Yapar Keloğlu İle Birlikte Yerlermiş Bir Gün Anne Hasta Olmuş Ot Toplamaya Gidemeyecek Olmuş Keloğlana Demişki Keloğlum Keleşoğlum Git Biraz Yiyecek Bul Gel Demiş Keloğlan Da Tamam Aney Deyip Düşmüş Yollara  Az Gitmiş Uz Gitmiş Dere Tepe Düz Gitmiş Akşamı Etmiş Yiyecek Bulamadan Dönerken Eve Kalabalık Bir Çocuk Kümesi Görmüş Çocuklar Bir Köpek Yavrusunu Almışlar Aralarına Neredeyse Öldürecekler Keloğlan Dururmu Hemen Koşmuş Kurtarmış Zavallı Yavruyu Zalim Çocukların Elinden Yaralarını Sarıp Almış Eve Getirmiş  Yiyecek Beklerken Bir Köpek Yavrusuyla Eve Dönen Keloğlanı Gören Anne Şaşırıp Oğluna Bu Köpek Te Ne Olacak A Oğul Demiş Kendimizin Bile Yiyeceği Yokken Bu Yavruya Nasıl Bakarız Demiş Keloğlan Allah Onun Da Bizim De Rızkımızı Verir Demiş O Gece Aç Ve Açık Yatıp Uyumuşlar Ertesi Gün Yine Yiyecek Aramak İçin Yola Düşmüş Gitmiş Gitmiş Derelerden Geçmiş Soğuk Sulardan İçmiş Kırlardan Otlar Dağlardan Kır Çiçekleri Toplamış Akşamı Etmiş Eve Dönüyormuş Yolda Bir Kedi Yavrusunu Yakalamış Çocuklar Neredeyse Öldürecekler Keloğlan Çocuklara Yalva Yakar Kedi Yavrusunu Çocukların Elinden Alıp Kurtarmış Kedi Yavrusu İle Birlikte Eve Dönmüş Annesi Yiyecek Beklerken Keloğlanın Bomboş Bir De Yanında Bir Kedi Yavrusuyla Eve Dönmesine Kızmış Ve Kediyi Eve Almak İstememiş Ama Keloğlan Yalvar Yakar Annesinin Gönlünü Yapmış Neyse O Gecede Aç Yatmışlar Ertesi Sabah Keloğlan Yine Düşmüş Yollara Yiyecek Bir Şeyler Bulurum Diye Dolaşmış O Dağ Senin Bu Dağ Benim Yine Yiyecek Bir Parça Bir Şey Bulamamış Tam Eve Dönerken Yolda Bir Yılan Yavrusdunu Taşla Öldürmeye Çalışan Bir Köytlü Görmüş Köylüyü Yalvarmış Öldürmemesi İçin Yılan Yavrusunu Gönlünü Yaparak Köylünün Uzaklaşmış Oradan Almış Yılanı Yanına Bulduğu Bir Kutu İçinde Koşar Adım Eve Gelince Annesi Elindeki Kutu Da Yiyecek Var Diye Sevinmiş Alıp Kutuya Bakınca Yılan Yavrusunu Görünce Çok Kızıp Elindeki Sopayla Keloğlanı Koğalamış Keloğlan Yalvarmış Annesini Gönlünü Yapmış Ve İçinde Yılan Bulunan Kutuyu Eve Sokabilmiş Annesi Gözüm Görmesinde Demiş Hangi Cehenneme Koyarsan Koy Demiş Keloğlan Da Onu Annesinin Kolayca Göremeyeceği Bir Yere Kaldırmış Günler Masal Tadında İnsanları Şen Şakrak Ve Gülerek Eğlenerek Geçip Gitmiş Keloğlan Ve Annesi Yemek Artıklarını Hayvan Dostlarıyla Paylaşarak Onların Yaşamlarını Sürdürmelerini Sağlamışlar Kendilerine Zamanın Akışına Bırakmışlar Yaşamışlar Gitmişler Bir Gün Annesi Keloğlana Keloğlum Keleş Oğlum Günün Birinde Bir Yılan Yavrusu Getirmiştin Acaba Ne Oldu Getir Şu Kutucuğu Da Hayvancağız Öldümü Kaldımı Bir Bakalım Demiş Tamam Aney Demiş Ve Koşup Getirmiş Hemen Kutuyu Annesine Vermiş Kutuyu Eline Alan Anne Kutunun İçine Bakan Anne Korkudan Büyük Bir Çığlık Atmış Ve Kutuyu Elinden Yere Atmış Çünkü Kutunun İçinde Kocaman Bir Yılan Varmış Kendine Gelen Kadıncağız Al Oğlum Şu Kutuyu Ormanın Bir Kenarına Bırak Ben Çok Korktum Demiş Keloğlan İçinde Yılanın Olduğu Kutuyu Alarak Ormanın Yolunu Tutmuş Ormanın Issız Bir Yerinde Kutuyu Açıp Yere Bırakmasıyla Kaçmaya Başlamış Az Sonra Arkasından Bir Ses Duymuş Geriye Dönmüş Hey Keloğlan Nereye Kaçıyorsun Benden Sana Zarar Gelmez Sen Benim Hayatımı Kurtardın Demiş Keloğlan Yılanı Beklemiş Yılan Keloğlanın Yanına Gelince Yılanın Konuşmasına Çok Şaşırmış Yılan Demiş Sen Benim Dostumsun Seni Ailemle Tanıştırmak İstiyorum Hadi Seninle Ailemin Yanına Gidelim Demiş Yılan Önde Keloğlan Arkada Düşmüşler Yola Az Gitmişler Uz Gitmişler Dere Tepe Düz Gitmişler Dönüp Arkalarına Bakmışlar Bir Arpa Boyu Yol Gitmişler Neyse Bir Anda Çevrelerinde Yılanlar Çoğalmaya Başlamış Çeşit Çeşit Yılan Bütün Yılanlar Keloğlana Ve Yılana Çok Böyük Saygı Gösteriyorlarmış Çünkü Keloğlanın Yanındaki Yılan Yılanların Padişahı Şahmeranın Oğluymuş Kaybolan Oğlunu Yıllardır Arayan Şahmerana Oğlunun Bulunduğunu Haber Vermişler O Da Düğün Dernek Kurdurmuş Ziyafetler Vermiş Keloğlanı Krallar Gibi Ağırlamış Onu Hediyelere Boğmuş Yılanların Arasında Çok Mutlu Günler Geçiren Keloğlan Nihayet Annesini Ve Evini Özlemiş Gitmek İstediğini Söyleyince Şahmeran Gitme Hep Kal Sana Taht Taç Verelim Dediyse De Keloğlan Teşekkür Etmiş Sıla Hasreti Ağır Basmış Ve Gitmekte Israr Edince Şahmeran Çok Üzülmüş Ama Keloğlanın Mutlu Olması İçin Gitmesine İzin Vermiş Son Defa Kendisinden Bir İsteği Olup Olmadığını Sormuş Keloğlan Sağlığınız Demiş Şahmeran Benim Sağlığımın Sana Faydası Olmaz Benden Kendin İçin Bir Şeyler İste Demiş Ve Parmağındaki Yüzüğü Çıkarıp Keloğlana Vermiş Başın Sıkışınca Bu Yüzüğü Yala Demiş Şahmeranla Vedalaşan Keloğlanı Yılan Ülkesinin Sınırına Kadar Yolcu Etmişler Keloğlan Yılan Ülkesinden Çıkınca Az Gitmiş Uz Gitmiş Kaf Dağından Geçmiş Karlı Dağlardan Üzümlü Bağlardan Geçmiş Bir Pınar Başında Dinlenmek İçin Durmuş Karnının Acıktığını Hissetmiş Ve Birden Parmağındaki Yüzük Parlamış Gözüne Sonra Şahmeranın Dedikleri Gelmiş Aklına Yüzüğü Parmağından Çıkarıp Yalamış Ve Hayretler İçinde Kalmış Dumanlar İçinden Bir Cin Çıkmış Karşısına Dile Benden Ne Dilersen Demiş Keloğlan Şaşkınlıkla Karnım Aç Diyebilmiş Ve Bir Anda Her Yer Yemekle Dolmuş Keloğlan Tıka Basa Karnını Doyurmuş Pınarın Soğuk Suyundan İçmiş Düşmüş Yola Altı Ay Gece Altı Ay Gündüz Gitmiş Annesinin Yanına Dönmüş Keloğlanın Döndüğünü Gören Annesi Çok Mutlu Olmuş Anne Oğul Hasret Gidermişler Annesi Oğlum Senin Karnında Açtır Ama Ne Yiyelim Evde Yiyecek Yok Diyince Kelkoğlan Dur Aney Demiş Ve Bir Kenara Gidip Yüzüğü Yalamış Karşısına Dumanlar İçinde Bir Cin Çıkmış Keloğlan Karşısına Çıkan Cine Karnımız Aç Demiş Cin Tamam Efendim Demiş Her Yan Yemekle Dolmuş Çatallar Kaşıklar Altındanmış Keloğlan Ve Annesi Bir Güzel Karınlarını Doyurmuşlar Anne Oğul Hasret Gidermişler Günler Böyle Geçip Giderken Bir Gün Keloğlan Yüzüğü Yalıyıp Karşısına Çıkan Cinden Kendileri İçin Bir Saray Yapmasını İstemiş Cin Emredersiniz Deyip Sarayı Hemen Yapmış Keloğlan Ve Annesi Kedi İle Köpeği De Yanlarına Alarak Saraya Yerleşmişler Keloğlan Sarayında Davetler Veriyor Zenginleri Ünlü Kişileri Ağırlıyormuş Keloğlanın Sarayı Ve Ünü O Kadar Yayılmış Ki Padişahın Kulağına Kadar Gitmiş Padişah Merak Edip Sarayına Davet Etmiş Keloğlan İle Annesini Onlar Da Daveti Kabul Edip Tutmuşlar Sarayın Yolunu Padişahın Sarayında Yemişler İçmişler Divan Kurup Sohbet Etmişler Padişah Çok Sevmiş Keloğlanı Ve Akıllı Konuşmalarını Sonra Keloğlan Altın Da Kalır Mı O Da Davet Etmiş Padişahı Sarayına Ağırlamış Hakkıyla Padişahı Padişahın Bir De Kızı Varmış Keloğlan Padişahın Kızına Aşık Olmuş Ve Annesini Bir Gün İstemeye Göndermiş Annesi Allahın Emri İle Sultan Kızı İstemiş P*Adişahtan Padişah Düşünmek Taşınmak Danışıp Görüşmek İçin Mühlet İstemiş Keloğlanın Annesinden Tekrar Gelin Münasip Bir Zamanda Demiş Ve Annesini Bir Hafta Mı Desem Bir Ay Mı Desem Bir Zaman Sonra Tekrar Göndermiş Saraya Padişah Veririm Sultan Kızı Keloğlana Vermesine De Şartlarım Var Demiş Önce Sultan Kızım İçin Bir Saray İsterim Sarayın Karşısında Sonra Şehrime Su İsterim Karlı Dağdan Demiş Sonra İki Saray Arasına Döşeme İsterim Mermerden Deyip Göndermiş Keloğlanın Annesini Annesi Gelince Saraydan Anlatmış Keloğlana Padişahın İsteklerini Bir Bir O Da Kolay Aney Deyip Çekilmiş Bir Köşeye Yalamış Yüzüğü Karşısına Çıkan Cine Bildirmiş İstekleri Bir Bir Cin Emredersiniz Deyip Kaybolmuş Ve Bir Anda İsteklerin Hepsi Yerine Gelmiş Padişahın Sarayının Karşısında Yeni Bir Saray Dikilmiş Karlı Dağdaki Su Şehre Getirilmiş İki Saray Arasındaki Yol Mermerle Döşenmiş Ve Padişah Ta Sultan Kızı Vermiş Keloğlana Kırk Gün Kırk Gece  Düğün Yapıp Eylenmişler Keloğlan Ve Sultan Kız Yeni Saraylarında Mutlu Bir Şekilde Yaşayıp Giderken Bir Gün Zenginiğinin Ve Servetinin Nereden Geldiğini Sormuş O Da Böbürlenerek Parmağındaki Yüzüğü Gösterip Çıkarmış Yalamış Karşısına Cin Çıkmış Ve Buyrun Efendim Demiş Keloğlan Da Sultan İçin Altınlar Elmaslar Getirmesini İstemiş Bir Anda Her Yer Altın Elmas Zümrüt Yakut La Dolmuş Sultan Kız Hayretler İçinde Kalmış Sonra Keloğlan Gezmeye Çıkmış Yüzüğü De Masanın Üstünde Unutmuş Sarayın Hizmetçisine Hava Atmak İsteyen Sultan Kız Hizmetçiyi Çağırıp Hizmetçinin Yanında Yüzüğü Yalamış Ve Karşısına Çıkan Cinden Bir Sofra Donatmasını İstemiş Cin De Emredersiniz Deyip Her Yeri Yemekle Donatmış Gördükleri Karşısında Çok Şaşıran Hizmetçi Sultan Kızı Kıskanmış Ve Yüzüğü Çalmak İçin Fırsat Kollamaya Başlamış Bir Gece Keloğlan Ve Sultan Uyurken Gizlice Odalarına Girer Ve Sessizce Keloğlanın Parmağındaki Yüzüğü Alarak Hemen Yalamış Ve Karşısına Çıkan Cinden Hemen Bu Sarayı Yıkmasını Keloğlan Ve Sultanı Keloğlanın Eski Evine Taşımasını Ve Kendisi İçin Denizin Karşı Kıyısında Yeni Bir Saray Yaptırmasını Söyler Ve Dedikleri Cin Tarafından Anında Gerçekleşir Ve Keloğlan Ve Sultan Köydeki Eski Evlerinde Gözlerini Açarlar Ve Bu Kötü Durumdan Kurtulmak İçin Parmağındaki Yüzüğü Yalamak İster Ama Yüzük Parmağında Yoktur Ve Keloğlan Çaresiz Boynunu Büker Olanları Gören Keloğlan Yüzüğü Hizmetçinin Çalabileceğini Söyler Bu Arada Keloğlanın Zor Durumda Olduğunu Gören Kedi Ve Köpek Keloğlana Yardım Etmek İçin Yola Çıkarlar Buldukları Bir Kayık Yardımıyla Karşı Kıyıya Geçip Hizmetçinin Sarayına Varırlar Kedi Bir Fare Yakalar Ve Kendisine Yüzüğü Bulup Getirmesini Yoksa Onu Yiyeceğini Söyler Can Derdine Düşen Fare Tamam Der Ve Hizmetçinin Odasına Girer Hizmetçi Yüzüğü Dilinin Altında Saklıyormuş Fare Hemen Kuyruyuğunu Acı Bir Suya Batırarak Kuyruğunu Hizmetçinin Burnuna Sokunca Hapşırır Ve Yüzük Ağzından Yere Düşer Yüzüğü Kapan Fare Soluğu Kedinin Yanında Alır Köpek Kediden Yüzüğü Kendisine Vermesini İster Kedi Öyle Yapar Yine Binerler Kayığa Tam Denizin Ortasında Denizdeki Bir Balığı Gören Köpeğin Avzı Sulanır Ve Avzını Açınca Yüzük Denize Düşer Köpek Ve Kedi Olanlara Çok Üzülürler Kayıkla Karşıya Geçen Kedi İle Köpek Çaresiz Kıyıda Beklemeye Başlarlar Bu Sırada Balıktan Dönen Balıkçılar Tuttukları Balıkları Kıyıya Çıkarmaktadırlar Kedi Hemen Koşar Ve Balıkların Karınlarını Yarmaya Başlar Ve Bir Balığın Karnında Yüzüğü Bulur Ve Kaptığı Gibi Keloğlanın Yanına Koşar Keloğlan Kediden Yüzüğü Alır Almaz Yalar Ve Karşısına Çıkan Cinden Hizmetçiyi Yakalayıp Getirmsini Ve Sarayını Yıkmasını Kendilerine De Bir Saray Yapmasını İster Cin Hemen Hizmetçiyi Yakalayıp Keloğlanın Karşısına Getirir Keloğlan Da Hizmetçiye Kırk Katırmı Kırk Satırmı Diyerek Cezasını Verir Cinin Yaptığı Yeni Saraya Yerleşir Ve Sultan Kızla Mutlu Bir Şekilde Yaşamaya Başlar Bu Sırada İyice Yaşlanan Padişah Ölür Ve Yerine Keloğlan Padişah Olup Adil Bir Biçimde Ülkeyi Yönetir Onlar Ermiş Muradına Biz Çıkalım Kerevitine
                    Yazan: Bayram Yandım
 
 
 
MIR MIR KEDİ
Simli Resim
bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde pireler berber iken develer tellal iken ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken zengin bir konakta fare avlamakla görevli mır mır kedi varmış. bu kedi yıllarca fare avlayıp ev sahiplerini hep mutlu etmiş. ama mır mır kedi iyice yaşlanınca fare yakalayamaz olmuş. bu da yetmiyormuş gibi fareler mır mır kediyle dalga geçiyorlarmış. bunu gören konak sahipleri kediyi bir gün konaktan kovmuşlar. konaktan koğulan mır mır kedi ormanın yolunu tutmuş. ormanda gezine gezine hem yorulmuş hem karnı çok acıkmış. bu sırada karşısına bir tilki çıkmış. mır mır kedi can havliyle tilkiyi yakalayıp. çabuk benim karnımı doyur. yoksa seni hemen burda çiğ çiğ yerim diyip tilkiye bir pençe vurmuş. pençeyi yiyen tilki çok korkmuş. yalvarırım kedi kardeş beni yeme ne istersen yapmaya hazırım demiş. mır mır kedi ziyafet isterim. demiş tilki tamam hem de en alası olacak demiş. neyse tilki mır mır kediyi ziyafet konusunda ikna etmiş. mır mır kedinin yanından ayrılan tilki toplamış bütün hayvanları acil olarak ve söze başlamış. bir dost buldum kendime nice dosttan ileri tanıştırırım sizide ama bedava olmaz bir ziyafet ister en mükemmelinden demiş. hayvanlar bu yeni dostu çok merak etmişler. sırf bu merak yüzünden ziyafete razı olmuşlar. hemen kaynatmışlar kazanları bir haberci bulup davet etmek istemişler mır mır kediyi. haberci kuraa sonucu tom tom tavşan olmuş. yalnız demiş tavşan ben yaklaşmam nır mır kediye uzaktan davet ederim buyur diye. diğer hayvanlar tamam sen davet ette nasıl edersen et demişler. düşmüş yola tavşan az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. ulaşmış mır mır kedinin bulunduğu yere. uzaktan görünce mır mır kediyi seslenmiş tom tom tavşan uzaktan mır mır kedi davetimiz var buyur ormandaki büyük meydana demiş. mır mır alçaktan uçan kuşu yakalayıp indirirken mideye tamam demiş. gelirim büyük meydana tom tom tavşan daha koşmuş büyük meydana anlatmak için gördüklerini diğer hayvanlara. varınca tom tom tavşan tamam demiş ettim daveti ama demiş canımız tehlike de mır mırın elinden ne uçan kurtulur ne de kaçan gözümle gördüm kuşu yedi havada uçarken.. hayvanlar hemen saklanacak bir yer bulup saklanmışlar. mır mır kedi gelmeden. daveti alan mır mır kedi gelmiş büyük meydana kazanları görmüş. ve başlamış ziyafete diğer hayvanlar izlemişler onu hayranlıkla bayağı zamandır aç olan mır mır kedi bir güzel mideye indirmiş yiyecekleri. ondan sonra başlamış dolaşmaya. bu sırada sincap bir çalılığın arkasına saklanmış saklanmış ama kuyruğu dışarıda mır mır yakalamış kuyruğundan sincabı ve kuyruğundan fırlatmış havaya. diğer hayvanlar sıra bize gelecek diye başlamışlar kaçmaya ormandan uzaklara. mır mır kediye kalmış koca orman o günden sonra. son günlerinde mutlu bir şekilde yaşamış. mır mır kedi.
   yazan:bayram yandım
çiftçinin kabağı

 
 
 
 
 
 
Bugün 155012 ziyaretçikişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol